Hakan Sekmen’in Felsefesi “F.A.R.K” Fizik, Akıl, Ruh ve Kalp

Türkiye’nin tanınmış mimarlarından Hakan Sekmen, şirketlerin kendi marka kurumsallarının, marka hikayelerinin ve konseptlerinin A’dan Z’ye oluşturmasında etkin rol oynuyor. Markaların başarılı olması için oluşturduğu bir de felsefesi var; adı FARK…  Sekmen, tasarımın ve sanatın tüm toplumun hayatına dokunduğu bir ülke içinde olmak istediğini de dile getirerek, “Bunu gerçekleştirmek için hayatımın sonuna kadar elimden gelen tüm mücadeleyi vereceğim” diyor…

Hakan Sekmen, Türkiye’nin kendi alanında en başarılı mimarlarından biri… Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ni başarıyla tamamladıktan sonra 2000 yılında temellerini attığı markası Sekmen Partners ile bugün ulusal ve uluslararası pek çok kurumsal markaya adı gibi “partner”lik yapıyor. Şirketlerin kendi marka kurumsallarının, marka hikayelerinin ve konseptlerinin A’dan Z’ye oluşturmasında rol oynayan Sekmen, aynı zamanda kendi yaptığı konseptlerin uygulamalarını da gerçekleştiriyor. Bunu yaparken de kendi oluşturduğu “FARK” felsefesini dayanak alıyor. FARK, Fizik, Akıl, Ruh ve Kalp’in baş harflerinin birleşiminden meydana geliyor. Markaların başarılı olması üzerine kurulu olan bu felsefeyi ve aktif olarak rol aldığı sosyal girişim çalışmalarını, Mimar Hakan Sekmen’e sorduk…

Gentleman: Hakan Bey sizi biraz daha yakından tanıyarak başlamak isteriz? Mimar olma hayaliniz ilk nasıl başladı. Sizi ne etkiledi?

Hakan Sekman: Ben 1974 doğumluyum. Konya’da büyüdüm.  Konya Fen Lisesi’nde yatılı okudum.  Aslında  mimar olma gibi bir hayalim yoktu. Muhtemelen pek çok kişi “mimarlık benim hayalimdi” şeklinde cevap veriyordur bu tür sorulara ama benim için hakikaten böyle değildi, öyle bir hayal ile büyümedim.  Okul yıllarında matematik ve fizik en sevdiğim derslerdi. Doktor bir ailede yetiştim, babam tanınmış bir göz hekimiydi.  Dedemde de öyle.  Bu nedenle ben de doktor olma öğretisi ile büyüdüm.  Ama bu şekilde ilerlerken, babamın doktorluktaki zorlukları görmesi, akabinde beni mühendisliğe yönlendirmesi ve buna ek olarak da Fen Lisesi’nde başarılı bir öğrencilik hayatı içinde olmam ile beraber hepsinin toplamı sonucu mühendisliğe yöneldim.  Açıkçası mimarlıkla ilgili çok fazla bir bilgim de yoktu. Her şey idealimdeki ve hayalimdeki üniversite olan Mimar Sinan mimarlığı kazanmamla başladı…

Moda konusunda kendime en yakışanı, en beğendiğimi ve en iyi hissettireni giymeyi tercih ediyorum. Marka olarak ise beni ben yapan tek bir marka var diyebilirim o da Hugo Boss…

G: Mimarlık şirketinizi ne zaman kurdunuz? Markanızdan bize bahseder misiniz?

H.S: Üniversitedeyken Eren Talu mimarlıkta çalıştım.  Orası bana çok fazla artı değer katmış bir şirkettir.  Mimarlık şirketimi ise üniversiteden mezun olur olmaz kurdum. Sadece bir faks makinesi alarak ve evi ikiye bölerek start verdim. Tamamen bir inanç ile başladı diyebilirim. Müşterilerimi salonda ağırlıyordum, geceleri ise arka tarafta uyuyordum. Şimdiki şirketimi 2000’de kurdum ve 22 yıldır kesintisiz bir şekilde devam ediyorum. Kesintisiz bir şekilde aslında klasik mimarlık ya da iç mimarlık yapmanın dışında, olaya başka bir boyuttan bakmayı önemsedim.  Üniversite hayatından aldığım eğitim ile mimarlık, iç mimarlık, endüstri tasarımı, fotoğraf, heykel ve benzeri bütün disiplinlerin bir araya gelmesinden çok etkilendim.  Onun içi tamamen bir marka hikayesi altında markamı şekillendirmeye çalıştım.  Neredeyse tamamen kurumsal markalarla çalışıyorum.  Şirketlerin kendi marka kurumsallarını, marka hikayelerini ve konseptlerini A’dan Z’ye oluşturmaya çalışıyorum. Aynı zamanda kendi yaptığım konseptlerin uygulamalarını da gerçekleştiriyorum.  Bununla ilgili de bir felsefem var. Kendim yarattığım ve zaman içinde oluşmuş bir felsefe bu.  Markaların başarılı olması üstüne kurulu bir felsefesi var.  Aslında ‘beni ben yapan’ en önemli hikayelerden biridir bu.  Bunu Fizik, Akıl Ruh ve Kalp disiplinleri ile belirliyorum.  Bir gün baş harflerinin “FARK” kelimesini oluştuğunu fark ettik ve bu nedenle de buna “FARK” Felsefesi diyoruz.  FARK Felsefesi tamamen markanın marka olmasını tanımlayan bir formül gibi aslında… Burada markanın fiziki görünümü 3 boyutunu kastediyor. Ama tek başına kesinlikle yeterli bir hikaye değil bu. Markanın görüntüsü çok iyi olabilir, bir restoran yaptığınızda çok güzel gözükebilir ama içeri müşteri girmeyebilir. Bu tek başına yetmiyor. Mimaride analitik veriler, ses, mesafe, iklimlendirme, ışık, koku çok fazla veriden oluşan matematiksel ve analitik veriler var. Bunları da çok doğru bir şekilde mimari bilimi doğrultusunda işleminiz gerekiyor. İnsan fizyonomisi noktasında bunu işleminiz gerekiyor. Aksi takdirde görüntülü ve görselin altı boş kalıyor. Bu Aklı ifade ediyor… Ruh ise aslında işin en önemli boyutlarından bir tanesi. İşin hikayesi olmadan herhangi bir tasarıma başlamıyoruz. İşin hikayesini doğru konumlayarak tasarıma başlıyoruz. İşin ruhu tartışılıyor ve oluşturuluyor. Aksi takdirde altı çok boş kalıyor. Herhangi bir tasarıma “siyah ile beyaz çok yakışıyor” diyerek başlamıyoruz. Tamamen oluşturmak istediği hikaye ve ruhun getirdiği renkler ve duygularla ilerliyoruz. Kalp ise işin duygusal boyutu, tamamen duyularla ilerleniyor aslında. Müşteri bağımlılığını da getiren önemli noktalardan bir tanesi. Ufacık bir dokunuş yapmanız belki minicik bir detay yaratmanız o mağaza veya marka ile  müşteri arasında bağımlılık yaratabiliyor. Örneğin bir kafe girişine demirden minik bir bisiklet parkı yapıyorsunuz ama içeri girerken bisiklet olan bir insan “Beni de düşünmüş” diyerek içeri adım atıyor. Bu çok ciddi bir fark oluşturuyor. Bunları sağlayabildiğiniz zamanda FARK felsefesiyle marka şekil buluyor en önemlisi bu şekilde gerçekten marka ticari başarı sağlıyor. Biz ticari başarıyı çok önemsiyoruz. Aksi takdirde ortaya çıkan iş sadece mimarın egosuyla güzel bir iş yapmasının ötesine geçemiyor. Önemli olan hem müşterinin hem de mimarın toplamda bütünsel başarısı ve işin ticari olarak bir sonuca gitmesi ve ticari başarının ortaya konması.

G: Bugüne kadar gerçekleştirdiğiniz projeleriniz hakkında da bilgi almak isteriz.

H.S: Aslında 22 yıldır çok fazla projeye imza attık.  Bahsettiğim gibi pek çok kurumsal marka ve Türkiye’nin önde gelen birçok markasının kurumsal konseptine oluşturduk.  Hala  devam eden  uluslararası bir takım firmanın hem proje yönetimine, hem konseptlerine hem de kendi oluşturduğumuz konseptlerin uygulamalarına devam ediyoruz. 100’den fazla marka ile çalıştık çok fazla marka ile de işbirliği içinde projelerimize sürdürüyoruz. Çalıştığımız bazı markalardan bahsetmek gerekirse, Hugo Boss’un  uzun yıllardır  Türkiye mimarisi proje yönetimini yapıyoruz. Carrefour konsepti, Pelit konsepti, Borusan’ın birçok mağazasının farklı uygulamaları, Jaguar Grubu’nun uygulamaları, DenizBank’ın, Türk Telekom’un,  Ülker Grubu’nun Şok’un ve daha birçok markanın konsept ve uygulama işlerini gerçekleştiriyoruz. 

G: Söz markalara gelmişken, Türkiye’de son 15 yılda marklar nasıl evrildi?

H.S: Aslında son 15 yılda hatta daha da uzun bir zamandır markalar hem teknoloji ile hem sanatla daha önce bahsettiğim tüm multidisipliner yapıların iç içe geçmesi ile evriliyor. Hepimizin satın alma alışkanlıklarının, gündelik yaşam tanımlarımızın, hobilerimizin değişmesi ve Z Kuşağı’nın çok daha baskın bir şekilde devreye girmesi ile bambaşka birtakım tanımlarla karşı karşıya kalıyoruz.  Bu her geçen gün çok daha hızlı bir şekilde satın alma alışkanlıklarımızı ve marka alışkanlıklarımızı da değiştiriyor.  Aslında gün be gün çok daha hızlı bir marka dünyasına doğru gidiyoruz. Tüm adımlarımızı  bilinçaltımızdaki tüm hareketlerimizi biraz daha marka etkisi altında gerçekleştiriyoruz.  Aslında marka hikayeleri artık kendimizden başlayan bir dünyaya doğru gidiyor. Sosyal medyanın etkisi ile artık herkes daha etkin, daha güçlü, daha çok takip edilen, daha fazla takipçi sayısına ulaşmaya çalışan marka bireyleri haline dönüşüyor. Mağazalar da kendilerine en etkin takip edilen ve tercih edilen grupta olmaya çalışıyor. Çok daha dinamik bir süreç içindeyiz. Burada sanat çok ektin bir faktör.  Teknoloji de keza öyle.  Sosyal medya ile bütünleşiliyor… Bunun içinde öyle bir dünyadayız ki kendimizi de markalaşma sürecinde geliştirmemiz, eğitmemiz ve adımlar atmamız gerekiyor. Ama ben bunu hep mimaride demin de bahsettiğim kurgu ile tanımlıyorum.   Fizik, akıl, ruh ve kalp aslında marka tasarımı kadar önce insandan da başlıyor.  Yani insanı fiziki olarak tanımlarsak fizik açısından kendine çok iyi bakması gerekli. Aklın ise analitik olarak kendini geliştirmesi, çok iyi bir eğitim alması, bilimsel yoldan ilerlemesi lazım.  Ruhun özgün olması, bugünkü dünyada taklit olmaması, başkalarını taklit etmemesi, kendi kimliği ile gelişmesi önemli. Kalben de iyi bir insan olunması gerekiyor… Özünde iyi bir insan olması çok kıymetli bunları yine başaran insan, marka bir birey oluyor aslında.  Yeni dünya biraz markalar üstüne kurgulanıyor. Ama samimi markalar, ulaşılabilir lüksler, gerçek hayata dokunan markalar, aklın, analitiğin peşinden giden güzel markalar, çok daha ön plana çıkacak buna inanıyorum

G: Pandemi süreci pek çok köklü değişikliğe neden oldu. Evler sadece yaşam alanları olmaktan çıkarak ofislere de dönüştü. Bu konuda okurlarımıza vermek istediğiniz önerileriniz var mı?

H.S: Evet yoğun bir pandemi süreci yaşadık. Evlerin ofislere dönüşmesinden bahsettik. Ancak ben bu sürecin tamamen geçici olduğunu düşünüyorum.  Ama ofis alanlarının kalıcı bir şekilde dönüşeceğine ihtimal vermiyorum. Yüksek sayıda insan çalıştıran şirketler bu süreçleri biraz da kendi menfaatleri, maliyet analizleri doğrultusunda yönetmeye çalıştılar. Uzun dönem şirketlerde çalışmış personeller de evde çalışmanın konforuna alıştılar. Ancak kesin olarak insan doğasına aykırı bir süreç bu. Birçok çalışan ofis alanlarına dönmek, insanlarla sosyalleşmek ve hayata karışmak isteyecek. Bu süreç bence teknolojinin, bilimin, sağlık sektörünün gelişmesi ile pandemi ve benzeri hastalıkları yenilmesiyle tamamen eski oluşuma dönüşecek. Bundan hiç şüphem yok. Ondan dolayı da “evde şu olsun bu olsun, eve şunu koyun” bunlar bana geçici senaryolar gibi geliyor. Bu nedenle de bu konuda bir tavsiye vermek istemiyorum.

G: Siz sosyal sorumluluk konusuna da çok önem veren isimlerden birisiniz. Sosyal sorumluluk projelerinizden de bahseder misiniz?

H.S: Ben lise hayatımdan beri hep insanları bir araya getirmeye çalışmış ve ortak hareket etmeyi benimsemiş bir insanım.  Mimar Sinan Üniversitesi’nde 20 kulübü bir araya getirmiş, daha sonra öğrenci konseyi sistemini kurmuş ve ona başkanlık etmiş biriyim. Üniversite hayatımda da birçok önemli etkinliğe, harekete ve birlikteliğe öncülük ettim. Üniversiteden sonra Mimar Sinan Üniversitesi mezunlarını bir araya getiren Rıhtım Derneği’ni kurdum. Ondan sonra Türkiye’de sanatı toplumun bütün bireylerine ulaşması için öncülük eden Baykuşhane Sanat Girişimi’nin işletme ve eğitim kooperatifinin yine kurucusu ve yönetim kurulu başkanıyım. Aynı zamanda da İdealist İç Mimarlık Derneği’nin fikir babası ve yönetim kurulu başkan yardımcısıyım.  İdealist İç Mimarlık Derneği şu anda önde gelen 100’e yakın mimarlık ve iç mimarlık ofisinden bir araya gelmiş, oldukça etkin bir yapı.  Bütün bu sivil toplum girişimlerinin özünde kolektif akla inanan, Cumhuriyet’in kuruluş felsefelerinden yola çıkan bu gücün geleceğimizi şekillendireceğine inanan bir yapı var.  Sivil toplum bence siyasetten bile daha önemli.  Zaten siyasetteki bütün boşluklar bizim sivil toplumda ya da bireyler olarak bir araya gelememizden kaynaklanıyor. Batı toplumlarına baktığımız zaman aslında en iyi yaptıkları şey bir araya gelmeleri ve sivil toplum da çok güçlü olmaları. Önümüzdeki dönemde geleceği aktarmamız gereken en önemli konulardan bir tanesinin bu olduğunu düşünüyorum.  Bizler inşallah ömrümüzdeki 15-20 yıl içinde bu dönüşümü gerçekleştirerek; Türkiye’de sanat ve tasarımın toplumun tüm bireylerinin hayatına etkisini gerçekleştirerek toplumun önemli noktalara gelmesini ve ulaşmasını sağlamak için fayda sağlayacağımızı düşünüyorum. Çünkü Batı toplumlarındaki bütün dönüşüm, gelişim son yüzyılda bu çerçevede oldu.  Bu dönüşümü sağlayabilirsek siyaseten de  aslında çok fazla yorulmayacağımız, gelecekten çok fazla endişe etmeyeceğimiz. Düşünen, sorgulayan, sanattan, tasarımdan beslenen, hayatlarını daha nitelikli hale getirmeye çalışan bir toplum olma yolunda ilerleyeceğiz. Yaratıcı Endüstriler ile özellikle son dönemde toplumu çok daha ileriye götürecek adımlar atacağınıza inanıyorum. Bu noktada sanat, tasarım ve teknolojinin bir araya geldiği ve birleştiği çok kıymetli adımlar atacağımız öngörüyorum.  Benim en büyük hayalim tasarımın, sanatın ve teknolojinin bir arada olduğu, toplumun tüm bireylerinin hayatına dokunduğu bir Türkiye Cumhuriyeti içinde yaşamak. Çocuklarımızın hepsinin böyle bir gelecek ve böyle bir ülke içinde var olduğunu düşünmek istiyorum. Bunu gerçekleştirmek için hayatımın sonuna kadar gerekli tüm mücadeleyi vereceğim. 

G: Biraz da hobi diyelim. Gününüzün kaç saatini çalışarak geçirirsiniz ve günü stresini nasıl atarsınız?

H.S: Normal standart bir günde, –özellikle de son dönemde– oldukça yoğun çalışıyorum. Sabah 06.15 gibi ofise gidip gece 00:00’lara kadar kalıyorum. Hatta bazı günler ofiste yatıyorum. Hobilerimi işle ilişkilendirerek hayatımı daha keyifli bir hale getirmeye çalışıyorum.  Müzikten, spordan çok besleniyorum.  Çocukluğumdan beri sporun içindeyim, 6 yaşından bu yana tenis oynuyorum. Türkiye çapında derecelerim var.  Müzikle de çok küçük yaşlardan beri dinleyici olarak ilgileniyorum. Rock müzik özellikle en fazla ilgi alanım dahilinde. Onun için ofisimde müzik dinleyerek ve her bulduğum boş vakitte spor salonuna inerek vaktimi değerlendiriyorum. Şirketim Levent Loft’da yer alıyor ve buranın bana sunduğu yüzme havuzu, spor salonu imkanlarını da kullanıyorum. Onun için bütün hobilerimi bu şekilde geliştirme imkanı bulabiliyorum.  Bunun dışında ailemle ve çocuklarımla vakit geçirmekten büyük keyif duyuyorum. 3 tane çocuğum var. Özellikle oğlumla evin koridorunda futbol oynamak, kumandalı arabaları yarıştırmak ve PlayStation oynamak benim için büyük bir zevk. Onlarla vakit geçirmek en önemli hobilerim arasında diyebilirim.

G: Modayla aranız nasıl, tarzınızdan bahseder misiniz bizlere?

H.S: Konya’dan İstanbul’a geldiğimde tanıştığım ve beni çok etkileyen bazı arkadaşlarım olmuştu. O arkadaşlarımdan aldığım ve hala sürdürdüğüm şey gerçekten klasik gibi gözükse de kendime en yakışanı, en beğendiğimi ve en iyi hissettireni giymek. Onun için bazen yıllardır atamadığım tişörtleri ufak tefek yıpranma payları olsa bile hala giymeyi sürdürüyorum. Bana kendimi iyi hissettirecek  eşyalarımla olan ilişkimi devam ettirmek bana büyük bir keyif veriyor. Ama tam tersi yönden de gerçekten aslında beni ben yapan tek bir marka var diyebilirim o da Hugo Boss…  Mimari ve proje yönetimini de sürdürdüğüm bir marka. 

G: Sevdiğiniz restoranlar?

H.S: Dünya üzerinde ve Türkiye’de o kadar çok sevdiğim ve sevebileceğim restoran var ki, burada da en fazla anlattığım fizik, akıl, ruh ve kalp doğrultusunda bir tanesi Karaköy’deki Ma’Na Restaurant. Çünkü kimliği, ruhu ve hikayesi olan, yediklerimizle beslendiğimiz, sahibinden çalışanlarına kadar çok özel bir mekan diyebilirim.  Bir diğeri de Artur Tatil Sitesi’ndeki Hoca’nın Restoranı. O da benim için yine fiziği ile ruhuyla hikayesi ile çok özel bir yerdir. Orayı da bilenler bilir diyeyim, çok fazla da reklam yapmayayım (gülüyor).