“Kırk 7 Buçuk”

Türk basının usta kalemi Ertuğrul Özkök’ün bu ay evine konuk olduk ve son kitabı “Kırk 7 Buçuk”un öyküsünü sıcak bir kahve eşliğinde kendisinden dinledik …

Ertuğrul Özkök… O, Türk basının en güçlü kalemlerinden biri… Yazılarının yanı sıra, Doğan Kitap’tan çıkan ve merakla beklenen “Kırk 7 Buçuk” kitabıyla da geçtiğimiz aylarda sevenlerinin karşısına çıkmıştı…”İster kadın olsun ister erkek, insana çok erken geliyor yaş korkusu… 30 yaşı gençliğinin sona erişi diye düşünür insan. Oysa asıl tehlikeli yaş olan 40’a daha 10 yıl vardır… Sonra o 10 yıl da geçer ve 40’a gelirsiniz. Gençliğin sonsuza dek bittiği duygusu gelmekte olan günlerin güzelliğini sizden avans olarak alıp götürür… Hiç korkmayın, telaşa kapılmayın… Çok güzel, hatta en güzel yıllarınız geliyor… Bunu size söyleyen insan 75 yaşında bir erkek ve bu kitabın yazarı…” diyor Ertuğrul Özkök…

Gentleman: Ertuğrul Bey, öncelikle “Kırk 7 Buçuk” kitabınız hayırlı olsun.  Kitap nisan ayının sonunda Doğan Kitap tarafından yayınlandı.  Eserin arka kapağını okuduğumda 40’lı yaşlarına henüz girmiş biri olarak biraz da kendimi anlatan satırlar gördüm.  Ertuğrul Özkök böyle bir kitabı yazmaya nasıl karar verdi?

Ertuğrul Özkök:  Öncelikle söylemek isterim ki sevindiğim bir tarafı var, kadınlar için yazdığım bir kitabı bugün erkeklerle konuşuyorum.  Aslına bakarsanız erkek psikolojisi ile kadınınki arasında çok büyük bir fark yok.  31, herkes için psikolojik kırılmanın yaşandığı bir yaştır aslında, “Teenager”lık bitiyor ve insanlar birden bire ‘Biz yaşlandık artık’ havalarına giriveriyor. Ama bana soracak olursanız asıl kırılma noktası 40 yaş…  Evvelden bunun erkekler için 50 olduğu da söyleniyordu ama hayır hepimiz bunu yaşadık. 40’a geldiğimiz zaman hepimizde hafiften bir telaş başlayıveriyor.  Ama benim yaşıma geldiğinizde ve geriye dönüp baktığınızda görüyorsunuz ki ne 40 ne de 50, aslında bırak kırılmayı insan hayatında hem erkek hem de kadın için en güzel yaşların başladığı yıllar bunlar…  Ben bunu inanın çok samimi olarak söylüyorum. Bir erkek olarak benim hayatımda en mutlu yaşadığım dönem 45 ila 65 arası oldu.  Hiçbir şeyim eksilmeden gitti.  Ama 70 yaşından itibaren bu böyle olmuyor. Bir erkek kendine ne kadar iyi bakarsa baksın, her 6 ayda bir şeyler gitmeye başlıyor.  Bu nedenle sağlıklı bir insanın 45 ila 65 yaş arasında kendi tadını çıkarması gerekir.  O yüzden ben ilk kitabım 47’yi yazarken çevremde kızım, beraber çalıştığım arkadaşlarım, kızımın dostları ve pek çok tanıdığım insan 40 yaşına giriyordu.  Ayşe Arman da bana ‘Bu kitabı kimin için yazdın’ diye sorduğunda ‘sizin için yazdım’ demiştim.  Ama bu kitapta erkekler de var. Bir erkeğin gözünden yazılmış bir kitap bu nihayetinde.  Bence hiç telaşa ihtiyaç duyulmayacak, tam aksine hayatın keyfinin çıkarılacağı yaşlar bunlar.  Ama ne yazık ki 40’ı şimdilik sadece kadınlarda hallettik. Benim o kitabım çok yardımcı oldu.  Bu kitapta ise bu duruma alıştılar artık, anladılar.  Bu kitabı ilk yazarken ismini 57 koyacaktım.  Ama sonra düşünmeye başladım. Kızım, arkadaşlarım, hiç değişen bir şey yoktu karşımda. Yine spor yapan, vücutlarına iyi bakan, hayattan keyif alan kadınlar vardı.  O zaman 50 yaş diye bir kategori koyup yeniden psikolojik bir bariyer oluşturmanın da hiçbir anlamı olmayacağına kanaat getirdim. Bundan dolayı da bu kitabın adını “Kırk 7 Buçuk” koydum.  47 zirve ise bu da 47,5. Madonna’ya bir bakar mısınız, 50’li yaşlarında neler yapıyor…

G: Artık insan ömrü de uzadı. Eskiden 40’lar orta yaş kabul edilirken, günümüzde 60 orta yaş olarak kabul ediliyor…

E.Ö:  Bundan 30-40 yıl öncesinin ölçüleriyle bakarsanız ben yaşlı bir erkeğim ama bana sorarsan orta yaşın sonlarında bir erkeğim. Şu andaki görüntüme, fonksiyonlarıma bakarak bunu söyleyebilirim. 

G: Peki kırılma noktası olarak neden 40 yaş görülüyor. 40’ın özelliği biyolojik mi yoksa psikolojik mi?

E.Ö: Bence bu erkekler dünyasının oluşturduğu imajla ilgili bir durum.  Erkeklerin ‘sersemce’ söylemleri vardır. Hatta şakalarında ve gerçek inanışlarında da…  Örnek vermek gerekirse 65 yaşına gelmiş bir adam ‘30 yaşından büyük bir kadın istemem’ diyebiliyor. Kadınların da bunu bilinçaltlarına işlediler. Bu yüzden bir kadın 30 yaşını geçtiği zaman erkeklerin gözünde de yaşlanmış bir insan gibi görüyor kendini. Mesela bir erkek olarak beni hiçbir zaman 20’li yaşlarında bir kadın cezbetmemiştir. Çok güzel kadınlar var ama cezbetmez dediğim gibi. İşin özeti bu telaşa kapılmayın. Çünkü kadınlarda ben bu telaşı görüyorum ve buna katıldıkları zaman abuk sabuk işler yapmaya başlıyorlar.  Estetiğe karşı değilim ama, dozunu kaçırıyorlar. Kendileriyle çok daha fazla oynamaya başlıyorlar. Bunu abartıp neredeyse sokakta birbirinin aynı suratlara sahip kadın nesli ortaya çıktığını düşünüyorum. Mimikleri yok, dudaklar anormal şişirilmiş.  Böyle bir telaşa ne lüzum var, hayatınızı normal yaşayın. Kendinize güzel bakın, makyajınızı yapın, cinselliğinizi koruyun, kendinizle barışık olun…  Herkese onu tavsiye ediyorum. 70 yaşına bile gelsen, her sabah boy aynasının karşısına geçip kendini beğeneceksin… 

G: Erkek ya da kadın fark etmeksizin çoğu zaman kendi düşüncelerimizden çok sanki etrafımızdakilerin bizim hakkımızda ne düşündüğüne önem veriyoruz. Bu dünyada da böyle mi? Dünyayı gezmiş bir gazeteci olarak bu konudaki gözlemlemeleriniz neler?

E.Ö: Sosyal medya ve internet çağı birlikte ülkeler arasındaki farklar tamamen silinmeye başladı.  Amerika’da da çok tartışılıyor bunlar. Ben 47 kitabını yazdıktan bir yıl sonra Amerika’da da 40 yaş kadını kitapları çıkmaya başladı.  Bu her yerde olan bir duygu, yaygınlaşmış ve küreselleşmiş bir inanış…  Ama şu da var, 40 yaşında bilinçli bir kadın erkek için gerçekten bir endişe kaynağıdır. Ben kendi payıma söyleyeyim, 40 yaşında bir kadın sizi terk edip başka bir erkeğe gidiyorsa, bilin ki çok gerçekçi bir nedeni vardır. Sadece senin eksikliklerin değildir nedeni.  Biz bu zamana kadar hep şuna alıştık, “Ben kadına iyi davranamıyorum, şu oluyor, bu oluyor falan, aslında kabahat bende olabilir.” Hayır kardeşim sende kabahat falan yok o senden daha iyi…  Bu duygu çok daha yaralayıcı… Hiçbirimizin altından kolayca kalkabileceği duygular değil. Çünkü buna alışmışız. Bir de şunu unutmayalım, erkek doğuştan arızalı bir varlıktır.  Hayvanlar aleminde bile erkekler birbirleriyle yarışmak zorundadır.  İnsanlarda da bu var. Kadınlara da hep bunu söylüyorum, erkek olmak meşakkatli bir iştir. Bir de artık daha güçlü kadınlar geliyor bunu da unutmayalım.

G: Hep kadınları konuşuyoruz ama “Gentlemanlar” için bu kitapta neler var?

E.Ö: Zaten adı üstüne “Gentleman”… Nereye kadar “Gentle” nereye kadan “Men” olduğu tartışılır elbette ama “Gentleman” profilini biliyoruz. Biz parası olan, kendine bakan, güzel giyinen bir profilden bahsediyoruz ama onlar arasında da aldatılan ve aldatılan erkek sayısı hiç de az değil. ‘30 yaşından büyük biri ile evlenmem’ diyeni de var. Bu arada yanlış anlaşılmasın bu mesaj sadece bir gruba veya zümreye değil, hepimize, tüm erkeklere, kendime de buradan mesaj veriyorum.  Artık biraz temkinli olalım,  erkekliğin Altın Çağı bitti, artık Bronz Çağı geldi. Kadınlar ise Gümüş Çağı ve Altın Çağı’na doğru gidiyor. O yüzden artık ‘Amazon’ psikolojisiyle hareket etmek zorundayız.

G: Peki bugünkü Ertuğrul Özkök, 40 yaşındaki Ertuğrul Özkök’e ne söylerdi?

E.Ö: Vallahi ben 40 yaşımı iyi yaşayamadım. Çünkü 43 yaşındayken Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni oldum, öyle bir savaşın içindeydim ki daha kendi 40 yaşımı bırakın; ondan da acısı karımın en güzel yaşını, kırıklarını kaçırdım… 

G: Aileler de bu yükü maalesef eşleriyle taşıyor öyle değil mi?

E.Ö: Tabii öyle, mesela kızımı 20 yıl neredeyse hiç doğru düzgün göremedim. Şimdi kızımla beraber yaşıyoruz. Bunun için de çok mutluyum, torunlarımla falan hep beraber aynı evde yaşıyoruz. O kadar mutluyum ki anlatamam. Çünkü kaçırdığım yılları yakalamaya çalışıyorum. Güzel bir İtalyan ailesi gibi oturuyoruz, yemekler yapıyoruz, hep birlikte yiyoruz.  

G: Sizin müzik birikiminiz de çok fazla. Biraz bundan da konuşalım isterim?

E.Ö: 40’lı yaşlarımda ben çok sıkı (hatta dünyada 100 kişiyi geçmeyecek kadar sıkı) bir Rock’n Roll bilgisine sahiptim. Çocukluğundan beri bilmediğim, İzmir’de dinlemediğim şarkıları Melody Maker’dan öğrenir, 50 şarkıyı birden şarkıyı dinlemeden ezbere sayardım.  Rolling Stones’un, Little Red Rooster şarkısını hiç dinlememişken şarkıyı ezbere biliyordum. Şarkının hikayesini de biliyordum. Ama çalacak radyo yoktu. Sonra Çiğli’de bir Amerikan Radyosu kuruldu da oradan dinlemeye başladım.  Mesela 40’lı yaşlarımda 80’li ve 90’lı yıllardan çok büyük grupları atladığımı fark ettim. Şimdi onları tekrar yakalıyorum, konserlerine gidiyorum.

G: Plak arşiviniz duruyor mu?

E.Ö: Plak arşivimi karım bizim rahmetli Yavuz Gökmen’e vermiş Ankara’da. Çünkü ben teknolojiyi yenilediğimde, eski teknolojiyi unutuyorum.  CD’ye geçmiştim, Tansu da bunları evden çıkarmış. Orada bir servet vardı, grupların ilk baskıları mevcuttu arşivimde.  Hepsi Yavuz’a gitti (gülüyor).  Şimdi CD’leri de atıyorum, çünkü artık tamamen dijitale geçtim. Apple Müzik ve Spotify’ı kullanıyorum…

G: Az önce İtalyan aileleri gibi yaşıyoruz dediniz, Ertuğrul Özkök de o aile büyükleri gibi yemek yapar mı?

E.Ö: Ben üç konuda çok beceriksizimdir.  Birincisi araba kullanmayı öğrenemedim, ikincisi müthiş bir müzik kulağım olmasına rağmen gitar çalamadım. Bir orkestra çalarken bir notayı atlarsa fark ederim ancak bu müthiş beyin parmaklarıma emir vermiyor. Gitar çalmayı bu nedenle öğrenemedim. Türkiye’nin en iyi gitaristleri gelip bana öğretmeye çalıştılar ama “Abi yok mümkün değil” dediler (gülüyor). Bu arada odamda gitar koleksiyonum da vardır.  Paul McCartney’in çaldığı bas gitarının aynısı koleksiyonumda mevcut. Bir de yemek pişirme konusunda hiç yeteneğim yok, sadece bir salata türü var onda başarılıyım. Domates, salatalık, biber karıştırıp onun sosunu yapıyorum nar ekşisiyle kendimce onda fena değilim… 

G: Ertuğrul Özkök hayatını gazeteciliği adamış bir isim. Akademisyenlikten gazeteciliğe geçtiğiniz günden bu yana mesleği icra ettiniz.  Ama bugüne baktığımızda, dünyanın da bambaşka bir yere gittiğini görüyoruz. Tamamen dijitalleşen bir çağ söz konusu. Bu perspektiften bakarsak, Ertuğrul Özkök yeni medya hakkında ne düşünüyor?

E.Ö:  Yeni medya konusunda benim düşünceme gerek yok, çünkü biz yeni medyanın içindeyiz. Bunu düşünsen de düşünmesen de bu böyle. Hürriyet’teki son 3 yılında artık ayrılmam gerektiğini düşünüyordum, çünkü değişimi görüyordum. Fakat o değişimi bir türlü gerçekleştiremiyordum; açıkçası değiştirmeye gücüm de yetmiyordu. Beraber çalıştığım arkadaşlara bunu anlatamıyordum.  O arkadaşlarımın hepsi işlerinin en iyileriydi. En iyi köşe yazarları, en iyi sayfa düzenleyicileri, en iyi başlık atanları, en iyi sayfa hazırlayanları, en iyi habercileriydi.  Ama bir şey söylediğimde “Abi biz iyi yapıyoruz” diyorlardı fakat artık bu iş yok. ‘Kafka kahramanı gibiyiz hepimiz artık’ diyordum. Olmayan bir işi yapmaya gidiyoruz… Bizim Sedat Ergin komşumdur, bazen bakıyorum elinde çantayla arabaya biniyor gidiyor. Sedat’a diyorum ki ‘Kafka kahramanı gibisin, olmayan bir işe gidiyorsun’ (gülüyor).  İşini çok da takdir ediyorum iyi de yapıyor, ama artık gazete Kafka kahramanı gibi. Ama bakın bunu başaranlar da var mesela New York Times gibi… Hayranlıkla izliyorum… New York Times artık bir gazete olmaktan çıktı, dijital bir Facebook gibi evren olmaya başladı. Ben New York Times’a sabah girdiğim zaman öğlen saat ikiye kadar çıkamıyorum içinden. Oradan oraya gönderiyor seni dijital olarak. Kendini eşsiz bir dünyada buluveriyorsun. Yıllardır benim savunduğum kadın erkek ilişkileri konuları, yemek, müzik, hepsini buluyorum. Bir de bana özel gazete yapıyor.  Beni ilgilendiren 250 konuyu koyu veriyor önüme. Her akşam ve her sabah bana özel bir New York Times geliyor.  

G: Evinize her gün basılı gazete alıyor musunuz?

E.Ö:  Hürriyet ve Cumhuriyet gazetelerini alıyorum.  Ama neden alıyorsun diye sorarsan tamamen duygusallıktan, 30 – 40 yılım geçti o gazetede. Cumhuriyeti de öğrencilik yıllarından beri aldığımdan… Değişimle ilgili bir de şunu eklemek istiyorum, ben 16 yaşında  iken babam bize bir tane müzik seti almıştı. Formikadan, 78’lik plaklar takardık.  Bir gün İzmir’de plak almaya Kemeraltı’na gittim. Üç tane plak aldım. Hayatımda aldığım ilk plaklardı onlar. Bir tanesi Paul Anka’nın  “Diana”sı, öteki Elvis Presley’in “His Latest Flame”i sonuncusu da Erol Büyükburç’un “Little Lucy’”siydi. Kolumda nasıl ağırlık yapıyor anlatamam size. Üç tane plak üzerinde toplam 6 şarkı var. Belediye otobüsüne bindim eve gidiyorum, otobüs nasıl kalabalık, üst üste millet. Tabii kırılacaklar diye korkumdan ölüyordum, nereye saklayacağımı şaşırdım.  Aklım çıktı o stresi size anlatamam.  Şimdi ise dijitale bakıyorum bir cihazın içinde 65 milyon şarkı saklanıyor. Dünyanın en büyük müzik devrimi bu… Ben kendi hayatında 7-8 tane müzik devrimi yaşadım. Bunların birincisi 78’lik plaktı, ikincisi 45’lik plak, onda hafiflemişti. Sonra 33’lük geldi, toplamda iki yüzünde 12 şarkı yer alıyordu.  Sonra makaralı teyp geldi.  Makaralı teyp bize gelince ben mahallenin kralı olmuştum. İlk önce futbol topu ile o krallığı yaşadım, fakir bir mahalleydi futbol topu da kimsede yoktu. Takımı ben kuruyordum. Liderliği de böyle öğrendim. İkincisi ise makaralı teyp ile oldu. Koyuyordum, istediğimi çalıyordum. 

G: Mahallenin müzik kültürünü de siz etkilemişsiniz o zaman…

E.Ö:  Galiba biraz öyle oldu (gülüyor)… Sonra ise kaset devri geldi. Muhabir olarak TRT’de çalışıyordum. TRT’ye gelen ilk üç kasetli teypten birini bana verdiler. Bir gün öğrenci hareketleri sırasında çok fena dayak yedim, elimde o cihazla beni görünce MİT Ajanı zannettiler, ayakların altına aldılar (gülüyor). Demirbaş kaset gidecek diye üzerine kapandım kafama tekme yiyorum, kaset kurtulsun diye dua ediyorum.  Sonra ise dijital devrim geldi, amfiler hayatımıza girdi.  Ondan sonra da MP3 ve derken şimdi “streaming” geldi. Streaming’den artık ötesi yok. Film seyrediyorsun, film müziğini Shazam’dan aratıyorsun hemen buluyor. Düşünsenize bu ne kadar büyük bir devrim…

G: Yeni bir dil öğrenmek de öyle değil mi? Artık ekstra dil öğrenmeye bile ihtiyaç duyulmayacağı konuşuluyor. Akıllı cihazlardan “Translate” özelliğiyle konuştuğun her şey anlık olarak sesli tercüme edilebiliyor… 

E.Ö:  Benim bir tanıdığım koruma görevlisiyle İtalya’ya geldi.  Biz de oradaydık, buluştuk. Yemek yerken görevli arkadaş da yanındaki masada mihmandarlık yapan yabancılarla yemek yiyordu.  Bir ara baktım ki bayağı aralarında konuşuyorlar. Nasıl oluyor diye düşündüm çünkü ne İngilizce ne de İtalyanca bilmiyordu.  Yemekten sonra dedim ki siz nasıl konuştunuz, dedi ki “Ertuğrul Bey Google aracılığı ile” biz de sohbet ettik.  Google aracılığı ile tercüme etmişler söylediklerini.  Artık televizyon da seyretmiyoruz.  Mesela maç devrimi yaşanıyor. Ben NBA maçlarını izlemeyi çok severim, ama gece 03.00’da yayınlanıyor, gazeteye gidiyordum sabaha kadar maç izlerdim, sabah gözlerim şişiyordu. Şimdi maçı daha ilk dakikasından hiç sonuç vermeden canlı seyreder gibi izleyebiliyoruz. Artık “Ertelenmiş canlı yayın” var. Kendi saatine göre canlı yayını ayarlıyorsun, bundan daha öte bir devrim olabilir mi? Maç nakli diye bir şey vardı, üstünde de canlı diye kocaman yazarlardı.  Geçen gün Efes’in maçını Paris’te odamda seyrettim. Maçın ardından oturup bir yazı yazdım, “Ergin Hoca son 3 molayı neden kullanmadı” diye. Bütün internet sitelerinde Twitter’a girdi. Hürriyet ise iki gün sonra olayı yayınladı kağıt gazetede.  Spor servisindeki arkadaşlar dedi ki “Ertuğrul Bey bize haber atıyorsunuz”.  Hürriyet’ten çıkarıldıktan sonra bana büyük bir iyilik yaptılar, çünkü mecburen dijitalleşmeye geçtim, ama nasıl geçeceğimi düşünmemiştim.

G: Dijitale çok hızlı adapte olduğunuz…

E.Ö:  Hızlı adapte oldum ama orada şöyle bir karar almam lazımdı. Önce, YouTube kanalı açmayı düşündüm ama o da bana göre eskimiş bir şeydi. Benim olayım streaming.  Bunu bir tek Cüneyt Özdemir iyi yapıyor. Platform haline getirdi, sanat var, belgeseller var. O başarılı gidiyor. Ben ne yapayım diye düşündüm. Sonunda dedim ki tanıdığım 10-15 insana her gün yazı yazayım ve başladım “Tansu’ya Mektuplar”a… Sonra bunu bir platform yaptım, platforma koydum. “İsteyen internet sitesine alsın, kimseden de para istemiyorum” dedim. Şu an her yazımı 5 internet sitesi manşetten kullanıyor. T24, Oda TV, Medyatava,  Gazeteciler ve Bizim TV…  Geçen gün rakamlar bir geldi Hürriyet’te son 3 yıl yazılara dönüş almıyordum. İnsanlar biraz tepkiliydi. Okusa bile okumamış gibi davranıyorlardı.  Bir kere şimdi sayı olarak Hürriyet’teki okunmamın 4 katı üstüne çıkmış durumda dijitalden.  Her gün Number One ve Number One Türk FM’e 1,5 dakikalık yorumlar yapıyorum. Günde 6-7 kez saat başı  yayınlanıyor. Takside gidip gelenlerden inanılmaz dönüşler alıyoruz.  Haftada bir de TV 100’de program yapıyorum. Gırgır yapıyoruz orada. Bu arada kitap yazıyorum.  Bu süreç bana çok iyi geldi. Ben daha özgürce olduğunu düşünüyorum… 

G: Peki “Metaverse Dünyası” hakkında ne düşünüyorsunuz? Meta ile bir gözlük yardımıyla konser izleyebiliyoruz.  Ya da futbol maçını stadyumda gibi seyredebiliyoruz.  Artık öyle bir dünya da var. Adım adım ayak seslerini duyuyoruz. Metaverse dünyası için siz ne düşünüyorsunuz? Mesela Ertuğrul Özkök orada bir maç ya da konser izler mi?

E.Ö:   Metaverse hayatımızda özellikle üç alanı çok etkileyecek. Biri, spor dünyası… Düşünebiliyor musun, Old Trafford’dan bir bilet alıp oturacağım, sanki stadyumdaymışım gibi maç izleyeceğim. Bu spor olayını tamamen değiştirecek.  İkincisi ise konserler.  Hatırlayın U2’nun 3D bir filmi gelmişti, 15 sene kadar önce  sinemalarda gösterilmişti. Ben gidip  onu 5 kez falan izledim. Çünkü kendimi konserde gibi hissetmiştim. Genel Yayın Yönetmeni idim, gazeteyi kırık, öğleden sonra kaçıp izlemeye gidiyordum.  Bir de Metaverse alemi bundan sonra hiç tahmin etmediğimiz alanları da girecek.  Dini açıdan da etkileri olacak.

G: Bu konuyu biraz daha bizlere açar mısınız?

E.Ö:  İnsan kendine ait bir dünyada  Allah ile baş başa  kalabilecek. Ulvi bir ortamda, cemaat olmadan ne yaparsan yap Metaverse sana bireysel bir deneyim sunuyor olacak…

G: Suudi Arabistan bunun ilk adımını atarak sanal gözlük ile kutsal toprakları ziyaret ettirme imkanı sunmuştu…

E.Ö:  Evet onlar da yaptı bu nedenle hayatın her noktasını etkileyecek dediğim gibi. Oyun sektörünü de çok etkileyecek. Şu an en şanslı sektör bence. O alanda neden oyun şirketleri milyarlarca dolara alıcı buluyor, çünkü en uygun onlar. Öbür eğlence alemini de oyun yazanlar oluşturacak zaten, o dünyayı kuran da onlar. İki boyutlu gibi gözükse de çocuklar oynadıkları oyunların içindeler ve birer parçasılar adeta. 1960’lı yılların sonunda Marshall McLuhan’ı yazılarında ilk kullanan bendim. “Araç mesajın kendisidir söylemi” vardı. İşte Metaverse’de tam bu olacak. Araç yaşadığımız dünyanın kendisi olacak. 

G: Dijital platformlardan dizileri takip eder misiniz?

E.Ö:  Her gece sabaha kadar… 

G: En son ne izlediniz?

E.Ö:  Açıkçası bu aralar biraz sıkıntıdayım. Ben üç dijital platformu seyrediyorum. Biri Netflix, diğeri Amazon Prime, diğeri de Blue Tv… Şimdi üçünü de bitirdim. Orada da sıkıntı şu ki algoritmalar bizi giderek daraltıyorlar. Makine bizi tanıdıkça zevkimize uygun yapımları daraltarak veriyor. Yan ve arka ekranları bu yüzden göremiyoruz. Aslında binlerce film var ama o film nerede onu bulamıyorsun. Netflix’e hep yazıyorum ama pek beni dinlemiyorlar…

G: Çok konuşulan bir yerli yapım olan “Yakamoz”u izlediniz mi?

E.Ö:  Ben Perapals’ta düş kırıklığına uğradığım için Yakamoz’u izlemedim açıkçası.  Türk dizileri içinde Alef’i sevdim, uluslararası çapta bir iş olmuş ama onun da müziğinde sıkıntı var. Müziğinin daha küresel yapılması lazımdı.  Ama mesela belgeseller müthiş. Geçen gece ikinci kez  Quincy belgeselini seyrettim, o kadar güzel ki, tamamen benim dünyam. Aynı zamanda çok sosyolojik bir konusu var… 

G: NFT eser alır mısınız?

E.Ö:  NFT ve Kripto para anlayamadım iki konu açıkçası.  Bir esere değer katan şey biricik oluşudur. Dijital dünya ise açık yani nasıl kırılmaz bir şey oluşturulabilir bilemiyorum. Gelip onun üzerinden çektiğin zaman sende de bir kopyası oluveriyor zaten.  Ben NFT meselesinin ne kadar gideceğini merakla takip ediyorum. O konuda kararsızım açıkçası, bilmiyorum.  Kripto parada da değerlenme meselesini çok anlayamıyorum. Ama şu da var ki Rusya ve Ukrayna Savaşı’ndan sonra dünya kaçınılmaz bir biçimde dolar ve euro dışında bir mukayese aracına ihtiyaç duyacak. Orada sağlam bir kripto para bütün dünya için elverişli bir araç olabilir.  Türkiye Euro’ya geçsin mi geçmesin mi derken bütün dünya aynı anda kripto paraya geçebilir. Ama orada da enflasyonlar nasıl ölçülecek karışık algoritmalar var kafamı çok yoruyor açıkçası.  Bir de Servet dediğinin uçup gitme tehlikesi var. Orada insanlar rahat uyuyabilecekler mi?  Bankada paran varsa biliyorsun ki orada duruyor.

G: Geçtiğimiz haftalarda da kötü bir tecrübe yaşandı. Bir kripto para, bir gecede %99’un üstüne değer kaybetti. Bir anda paralar adeta sıfırlandı.  Gece bir milyon doları olan birinin, sabah uyandığında bir doları kalmıştı. 

E.Ö:  Evet öyle oldu maalesef. Halbuki bankaya dolar koyduğunuzda o orada duruyor. 

G: Son olarak eklemek istediklerinizi sorarak bu keyifli sohbeti noktalayalım…

E.Ö:  Sohbetimizin başında bahsettiğim gibi bu kitabı hem erkeklerin hem de kadınların okuması gerekir. Bu kitap bir kadın davranış kitabı değil, sosyoloji kitabıdır. Aynı zamanda da dünyada olup bitenleri anlatan bir çalışma. İçinde çok bilgi var. Çok çalıştım bu kitabı yaparken. Bizim gözümüzün önünde olup da görmediğimiz olayları yazdım. Bazıları insanları belki de rahatsız edecek boyutlarda, ama bunlar var…