Olmak Ya Da Olmamak: Ahmet Gümüştekin

Sanat yolculuğunu çocukluğunda duyduğu bastırılamaz bir dürtüyle başlatan Ahmet Güneştekin, bugün eserleriyle yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın en önemli müzelerinde de iz bırakıyor. İstanbul Feshane’deki Kayıp Alfabe sergisinden Roma Ulusal Modern ve Çağdaş Sanat Müzesi’ndeki Yoktunuz sergisine uzanan bu yoğun yıl, sanatçının kişisel arayışıyla kolektif hafızayı buluşturduğu üretimlerine yeni bir derinlik katıyor. Güneştekin ile geçmiş, mitoloji ve sanat arasındaki bağları; taş, metal ve hafızadan kurduğu hikâyeleri; sanatın piyasa, mekân ve izleyiciyle kurduğu ilişkileri konuştuk.

Eserlerinde sanat kadar toplumsal konu ve hafızaya da yer veren bir isim Ahmet Güneştekin. İlhamını yaşadığı coğrafyadan alarak bugün Dünya’nın dört bir noktasında eserleri ile sanatseverlere dokunuyor. İki eseri Roma Ulusal Modern Müzesi kalıcı kolekisyonuna dahil olan Güneştekin, izleyicisini geçmişle bugün arasında köprü kuran güçlü bir anlatının içine davet ediyor. Biz de Gentleman Türkiye olarak Feshane’de yer alan Kayıf Alfabe sergisini ziyaret ederek Ahmet Güneştekin’in sanat yolculuğu kendisinden dinliyoruz.

Gentleman Türkiye: Ahmet Bey, biz sizleri yıllardır yaptığınız işlerden, eserlerinizden ve çalışmalarınızdan tanıyoruz ancak sohbetimize bir de sizi kendinizden dinleyerek başlamak isteriz… 

Ahmet Güneştekin: Kişisel bakış açımın nasıl geliştiğini anlamanız için hikayemi başından anlatsam en iyisi. Çok dolaşırdım; hatırlayabildiğim kadarıyla, erken çocukluğumdan beri çizmeye yönelik güçlü bir dürtüm vardı. Bu dürtünün nereden kaynaklandığını bilmiyorum. Ama bu dürtü her zaman oradaydı, bastırılamıyordu, aksine, giderek güçlendi. Doğada değerli bulduğum her şeyi, tercihen figürleri resmettim. Sanatın okuluna gitme arzum yoktu. Belki de kendi özgür ve otodidakt deneme tarzımı beğeniyordum. İstemediğim bir şeyi yaparak hayatımı geçirmektense hayalimi feda etmeye hazırdım. Düşüncelerim her zaman sanat etrafında dönüyordu. Sonra şunu fark ettim, sanatı anlamak, tüm sanatın doğduğu yaşamı anlamayı öğrenmekten geçiyor. Dolayısıyla, dürtümün kaynağına dair bulabildiğim ipuçları, çocukluk dünyam ve yaşamın florasıydı. Bizden önce yaşayan insanların form aracılığıyla bizimle konuştuğunu hissetmeseydik geçmiş zaman pek bir şey ifade etmeyebilirdi. Ben geçmişin ruhunu tüm bu çabaların kristalleştiği sanat formlarında hissediyorum. Büyük küçük yaptığım tüm şeylerin esasıdır form arayışı ve yaratımı. Bu arayış doğduğum dünyanın topografyasında başladı, saha çalışmalarıyla derinleşti ve Beyoğlu’nda açtığım ilk atölyeden beri üretimlerimi şekillendiriyor. Her çalışma benim için kişisel bir meditasyon, eserin kendisinden, sadece kendim için doğan doğal bir disiplin. Başkalarının izlemesi için kasıtlı bir düşünce değil, daha ziyade benzer arayışları paylaşanların düşünceleriyle yakın temas kurmanın yolu. Hayatı anlamak ve onu ifade edecek formu kavramak insanlığın en büyük sanatı, benim de varoluş nedenim.

G: Gördüğümüz kadarıyla bu yılı biraz yoğun geçiriyorsunuz. Önce İstanbul Feshane’de gerçekleştirdiğiniz Kayıp Alfabe sergisi; sonrasında ise Roma Ulusal Modern ve Çağdaş Sanat Müzesi’nde açtığınız Yoktunuz isimli sergi. Her iki sergi için de nasıl hazırlandınız? Nasıl bir süreci geride bıraktınız? 

A.G.: Kayıp Alfabe sergisine İstanbul ve çevresinde yedi farklı stüdyoda iki yıl süren yoğun bir çalışmayla hazırlandık. Bu sergi, önceki sergilerimden çok farklı bir analiz ölçeğine sahip. Heykel ve enstalasyonlar için kullandığımız mermer bloklar Ege ve Akdeniz bölgelerindeki taş ocaklarından çıkarıldı; bazıları fosilleşmiş yapılar ve geleneksel değirmenlere ait unsurlar içeriyor; atölyelerde farklı boyut ve konfigürasyonlarda, birbirine geçen devasa dairesel metal karkaslar üretildi ve seramik işlerinde kadın üreticilerden oluşan bir ekiple çalıştık. Serginin yapımına, düşünce aşamasından üretimine kadar çok sayıda kültür çalışanı katkıda bulundu. İBB Miras ve Güneştekin Art Refinery ekiplerinin iş birliği sayesinde kurulumu bir ayda tamamladı. Serginin sanatsal ve teorik düzenlemesini Christoph Tannert üstlendi. Hafıza çalışmalarından nesne enstalasyonlarına kadar çeşitli disiplinleri kapsayan bir kurgu ortaya çıktı. Nesnelerin mikro unsurlarına müdahale ederek öznel bir karşılaşmaya dönüştürdüğüm tüm bu işler, mekân üzerinden birleşiyor. Yoktunuz sergisine çok daha kısa bir sürede hazırlanmamız gerekiyordu. Roma Ulusal Modern ve Çağdaş Sanat Müzesi, geçmiş sergi uygulamalarında yeni sunum biçimlerine öncülük etmiş bir müze. Başyapıtlarla çağdaş sanat çalışmalarını buluşturma geleneğini benim işlerimde sürdürmek istediler. Serginin düzenlemesinde Museo Novecento’nun sanat direktörü Sergio Risaliti ve bağımsız küratör Paola Marino ile birlikte çalıştık. Kayıp Alfabe gibi Yoktunuz sergisi de kolektif hafızaya ilişkin daha geniş tartışmalara katkıda bulunmaya yönelerek majör ve minör tarihleri güncel meselelerle bir araya getiriyor. Sergileme pratiğinde ve ölçeğinde farklılaşıyorlar.  

G: “Alfabe Lahitleri” ve “Yedi Gözlü Güneş” gibi eserleriniz sergi sonrasında müzenin kalıcı koleksiyonuna alındı. Bu sizin için ne anlam taşıyor? 

A.G.: Alfabe Lahitleri, geçmişin izlerini taşıyan ancak günümüzün görsel el yazması olarak kabul edilebileceğimiz katmanlı bir çalışma. Taş oluşumları ve arşivsel öğeleri birlikte çalıştığım bu iş, höyük biçimindeki taşınabilir tapınaklara benziyor. Farklı form ve malzemelerden üst üste bindirilmiş öğelerin bir arkeoloji gibi. Yedi Gözlü Güneş, güneşin metalik varlığı etrafında çalıştığım bir heykel serisinin parçası. Farklı boyut ve konfigürasyonlarda iç içe geçmiş dairesel metal formlar içeriyor. Güneş patlamalarını anımsatan bu metalik halkalar, Stonehenge’den Göbekli Tepe’ye kadar tarih boyunca sayısız anıtsal yapıda organik olarak ortaya çıkan dairesellik kavramına gönderme. Bu eserlerimim müzenin kalıcı koleksiyonuna dahil edilmesi, müzenin söylemine eklenmesi, benim için gurur kaynağı, ancak aynı zamanda göz korkutucu. Müze, yaklaşık yirmi bin eserden oluşan bir koleksiyona sahip. Antonio Canova’nın ölümsüz heykellerinden Cezanne, Kandinsky, Van Gogh ve Warhol’un eserlerine, Giacometti ve Moore’un heykellerinden Joseph Kosuth’un çağdaş işlerine kadar, sanat tarihinin muhteşem bir temsili. Modigliani’nin hüzünlü portrelerinden Mancini’nin delilik hallerine, Giovanni Boldini’nin eserlerinden Umberto Boccini gibi fütüristlere kadar İtalyan ressamların işlerini içeriyor. Yapıtlarımın böyle bir müzede kalıcı bir heykelsel ortama sahip olmasından gurur duyuyorum ve bunun, sanatsal kişiliğimin bir yansıması olarak gelecekteki projelerime bir referans olmasını istiyorum.

G: “Yoktunuz” sergisinde kolektif hafızayı nasıl bir yapı içinde ele aldığınızı açabilir misiniz? Bu bağlamda mitoloji ve tarih nasıl iç içe geçiyor sizin eserlerinizde? 

A.G.: Geçmişi hatırlama ve temsil etme biçimlerine ilişkin varsayımları sorgulamada hikâye anlatımı ve yorumsamanın esas olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden, zaman içinde yeni biçimlere dönüşen ama tanınabilir kemik yapısını korurken kendini yeniden icat eden mitlere yöneliyorum. Benim için mitoslar, masallarla dolu bir evrende asılı kalmış olaylar değil nedensel varoluşlardır. İçinde yaşadığım dünyanın gerçekliğini, böylesine fantastik dokuyla yorumlarken, bireysel ve kolektif unsurlar da birbirine değiyor ve eserler bu ilişkilerden doğuyor. Yoktunuz sergisinde, yıkıntılardan oluşan bir estetikle iç içe geçmiş bir yapı görürsünüz. Bana göre hakikat ancak bu estetik yapılar aracılığıyla ortaya çıkabilir. İmge ve hafıza arasındaki bağla çalıştığım, mitos etrafında inşa ettiğim çalışmalar yalnızca kendi anlarına değil, her ana aittir.  Mit anlatıları geçmişten gelir, ancak esnektirler. Farklı bir zamana, bağlama veya kültüre uyarlanabilirler. Hem zamanımızın bir görüntüsü hem de geçmişin izlerini ve travmalarını yansıtan bir aynadırlar. Mitoloji burada benim hakikati arama yöntemim olarak tarihle ilişkileniyor.  

G: Bu yılın başına, “Kayıp Alfabe” sergisine dönelim. Serginizde göç, toplumsal hafıza ve tarihsel referanslara yer verdiniz. Peki, tüm bu kurgu nasıl oluştu? 

A.G.: İşlerimin her biri benim için duygusal bir müdahale olduğu kadar tarihsel ve öznel referanslar içeren anlatımlardan oluşuyor. Dünyayı karşılaşmalarla deneyimleriz ve etki bu karşılaşmaların sonucudur. Göç ve hafıza nesnelerini kullandığım sadece geçmişin değil bugünün de arkeolojisi olan bu çalışmalarla nesnelerin etkileme kapasitesine izin veren bir sergileme stratejisi uygulamak istedim. Sadece izlenen değil deneyimlenen bir mekan kurgusu çalıştım. İzleyiciyi sürece dahil etmek önemli. Bunu yapabilmek için malzemeye hiyerarşik olmayan bir bakış açıyla yaklaştım. Bu yaklaşım bana geçmişin parçalarını günümüz toplumunun şiddet dolu çerçevesine yerleştirme olanağı sağladı.  Eserleri izleyiciler hakkında olmaktan çok onlar için olabilmesini sağlamak istedim. Dolayısıyla izleme rotasını belirlerken izleyicinin yapacağı okuma kendine özgü olacaktır. Etrafında dolaşırken beklenmedik şekillerde değişen, bazen dar ve geniş, bazen de mütevazı ve yüksek, ama her zaman beklenmedik mekân geçişleri görebilirler. Belki bazen sıralı olmayan bir izleme yapmaları gerekebilir, bu da ileri geri hareket etmelerine ve eserler arasında yeni çağrışımlar kurmalarına olanak tanıyacak. 

G: Heykel, enstalasyon, video ve ses işlerini bir araya getirirken kullandığınız üretim sürecinizde disiplinler arası geçiş zorlayıcı oluyor mu?

A.G.: Çağdaş sanat multidisiplinerdir; kavramlar ve malzemeler her zamankinden daha çeşitli ve birbirine bağlı. Düşünceyi aktarmanın çeşitli yollarını denemeye imkân veren bir sanat evreninde yaratmamız gerekiyor. Bu bana zorlayıcı olmaktan çok elverişli görünüyor. Titiz bir malzeme yönetimi sayesinde mikro ve makro ölçekleri bir araya getirebiliyorum. Taş veya metal, ses veya kumaş, nesneler veya eşyalar, ağaç türevleri veya plastik ürünler… Birbirinden çok farklı malzemeleri kullanmak çalışmalarımda güçlü bir unsur ve bu malzemelerden biriyle başladığım her çalışma beni kendi kavramsal alanıma götürebilir.  

G: Eserlerinizin hikayesinde toplumsal hafızaya ve geçmişe yer veriyorsunuz. Kendi geçmişiniz, kendi kişisel yolculuğunuz da yer alıyor mu peki sergilerinizde?

A.G.: Tüm sergilerin kişisel bir boyutu vardır. Sergi özünde belirli bir ihtiyacın kamusal bir tezahürüdür. Kolektif bir sonuç ama illaki özel olmadığı anlamına gelmez. Sergilerimin her biri kişisel dünyamı yansıtır, ancak aynı zamanda bazı örtüşen kolektif unsurları da içerir. Eserlerimle ilişkim kişiseldir ve kimse bu yönü benim adıma yorumlayamaz. Ancak izleyen kendi adına bir okuma yapabilir. Kendime malzemeleri birbirleriyle nasıl uzlaştırabileceğimi ve bağdaştırabileceğimi sorarım. Tıpkı taşlar ve kitaplarla yaptığım son çalışmalarda olduğu gibi. Herkesin taşla ilgili bir hikâyesi vardır; ben taşta sürdürülebilir bir geleceğin imgesini görüyorum. Taşın bir ruhu olduğunu çocuk denecek yaşta kavradığımdan sanırım.  Evlerimizi yaptığımız bir şeydi taş. Taş ormanları arasında oynardım. İyi taş yonucular taşı öyle tararmış ki en son kendilerini görürlermiş. Taş benim için arayış demektir bu yüzden.  Geçmiş, şimdi ve gelecek, hepsi onun bir parçası. Sert ve soğuk olduğu kadar esnektir. Taşlar, ayakkabılar, bavullar… Kullandığım her malzeme elbette kişisel yolculuğumun bir izini taşıyor.  Bazı eleştirmenler, günümüz sanatının, sanatçının kişisel dünyasıyla aşırı meşgul olduğunu, izleyiciyi dışarıda bıraktığını öne sürüyor. Sanatçı, eserin başlangıcı olabilir ama sonu değil. Tümüyle kapanmaktan yana olmadım hiçbir zaman. Çalışırken izleyiciyi içeride tutmanız elbette mümkün değildir, ancak sonrasında onu anlamın üretimine katılmaya teşvik etmek sergi için yaşamsaldır. 

G: Anadolu, Mezopotamya ve diğer yerel mitolojileri çağdaş bir anlatı bağlamında yorumlarken küresel izleyiciyle yerel bağınızı nasıl koruyorsunuz?

A.G.: Sanat eserine bakarken bütün izleyicilerin bugün sorduğu tek soru var: Bu görüntü veya nesne beni etkiliyor mu? Çünkü kişisel hissin hakikat ve özgünlüğün temeli olarak kabul edildiği bir zamanda yaşıyoruz. Sanatın nihai hakemi olarak duyguyu kabul ediyoruz. Yaşadıklarımıza nasıl yanıt vereceğim? Bu, kendi adıma her zaman üzerinde durduğum bir sorudur. Kendi dünyanım travmatik geçmişi, bütün dünyanın toplumsal olaylarından bağımsız ve onlara yabacı değildir. Bir örtüşme var. Ancak, algoritmaların kontrolündeki yaşamlarımızda bakışlarımızı aynılaştırmaya çalışan unsurların karşısında durarak çalışmak zordur. Yine de farklı türlerinin ve kaygının birleşiminden oluşan, dünyanın bulanık gerçekliğine yanıt verebiliyorsa bu sanat, her bilinçle doğal bir bağ da kurabiliyor. 

G: Eserleriniz arasında bugüne kadar “yeri bende ayrı” dediğiniz bir parça var mı?

A.G.: Tüm işlerim iç dünyamın yansımasıdır. Her eser kişisel dünyamda kendine özgü bir yere sahip. Burada yeniden anlatmak istediğim Yoktunuz enstalasyonu olabilir. Kullandığım her nesne, zamanın döngüsel bir tasviridir.  Sizi başlangıçta kesin ve nihai bir noktaya götürür. Yıkıntılara yaklaştıkça kendinizi harabelerin geçmiş ve gelecek felaketlerinin arasında hayal edersiniz. Bütün, sadece parçalardan görünebilir, parçalar size bütüne erişim sağlar. Burada, yıkım ve yapım süreçleri yeniden birbirine dolanmıştır. Gömülü nesneler, bu yıkıntılar, silinmiş ama inatla kendi tarihlerini yazmak için bekleyen öznelerden oluşan kasti harabelerdir. Onları aynı zamanda geleceğin harabeleri, tamamlanamamış çalışmalar olarak görüyorum çünkü sonlanamıyorlar. Döngüsel olarak bu kasti yıkıntıları inşa etmem gerekiyor ve her defasında başa dönerek.  

G: Belgesel çalışmalarınız (“Güneşin İzinde”) ile görsel sanatlarınız arasında bir geçiş ya da köprü görüyor musunuz? 

A.G.: 1997 yılında Beyoğlu’nda Sadri Alışık sokakta ilk atölyemi kurduğumda, minibüsten bozma bir karavanla Türkiye’yi gezmeye başladım. Etnografik çalışmalarım temeli yerel bağlamı anlamaktır ve bunun başlangıç noktası tarih ve mekândır. Altı yıl boyunca hem sahada katılımcı gözlemci olarak çalıştım hem atölyede form arayışıma devam ettim. Bu süre zarfında tüm seyahatlerimi yazıya döktüm, belgeledim; çok sayıda sanat etkinliğine katıldım. Sahada yürüttüğüm bu araştırmaları Güneşin İzinde adlı belgesel dizisinin malzemeleri olarak kullandım. Düşünceler sadece atölyede çalışırken değil dışarıda, hayatın içinde bulunmalıdır. İlk profesyonel sergimi ve sonrasındaki gelişmeleri bu saha araştırmalarına borçluyum. Yaşadığım dünyayla nasıl ilişki kurduğum benim için çok esas. Bugünü geçmişe nasıl bağlarım ve deneyim yüklü bir bakışı nasıl inşa edebilirim sorularına cevaplar arayarak çalışıyorum. Malzeme seçimlerim ve kompozisyonum bulduğum cevaplarla şekilleniyor. 

G: Sizin eserlerinizin koleksiyonunu yapan, biriktiren sanatseverlerle sonrasında tekrar iletişime geçiyor musunuz? Kendileri ile görüşüp eserlerinizin ne durumda olduğunu takip ettiğiniz oldu mu?

A.G.: Son yirmi yılda, eserlerime ilgili duyan, farklı motivasyonlara sahip, oldukça çeşitli bir koleksiyoner topluluğu oluştu. Bir çoğu çağdaş sanat dünyasıyla ilgileniyor ve kişisel bir estetik ifade olarak koleksiyon geliştirmek istiyor.  Önemli müzelere düzenli olarak eser ödünç veriyorlar ve müze küratörleri tarafından yakından takip ediliyorlar. Sanat dünyasının bir koleksiyonculardan beklediği entelektüel ve duygusal yatırıma sahipler.  Bazıları gözlerine çarpan sanat eserini topluyor veya sanat tarihiyle tutarlı bir koleksiyon oluşturmak için stratejik bir plan uyguluyor, bazıları tutkularının peşinden gidiyor.  Bir çoğuyla ilişkilerimi sürdürüyorum, bazıları ise gizli kalmayı tercih ediyor; bunu doğal ve anlaşılır buluyorum.  Bakış açılarına ve sanatsal değerlendirmelerine saygı duyduğum bir topluluk. Sergilerimi düzenli olarak izleyenler de oluyor. Verdiğimiz eserlerde tadilat ya da restorasyon gerektiğinde mutlaka müdahale ediyoruz.   

G: Hem Dünya’da hem de Türkiye’de bugün birçok çağdaş sanat organizasyonu yapılıyor. Bu durum bazen “sanatın endüstriyelleştiği” ve ekonomik kaygı güdülerek yapıldığı eleştirilerine sebep oluyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

A.G.: Meta olarak sanat ve kültürel sermaye olarak sanat arasındaki paradoks bu. Sanat piyasasının ekonomik antropolojisi aktörlerinin ticarete karşı şizofrenik bir tutum sergilediğini ortaya koyuyor. Sanki parasal kazanç, sanatsal çalışmaları bulunduğu yerden çekip ticaretin derinliklerine indirecekmiş gibi.  Tamamen kapitalist bir toplumda sanattan kâr elde etmek neden ahlaki açıdan kınansın ki?  Piyasa başarısına uzak olmayan bir sanatçı bile bazen paranın sanatı değersizleştirdiğini savunur. Bir tarafta iyi sanat, diğer tarafta ise saldırılarına karşı korumanın şart olduğu kötü piyasa vardır ve bu ikisi arasında keskin bir karşıtlık algılanır. Halbuki gerçeklik, bu türden bir kutuplaştırıcı söylemin ima ettiğinden daha karmaşık.  Sanat ve piyasa mutlak anlamda karşıt değil. Ama şurası muhakkak ki, yüksek fiyatı sanatsal değerle karıştıran bir sanat dünyasında, piyasanın talepleri ile sanatın ölçütlerinin aynı olmadıklarını hatırlatmak gerekir. Bir eser sırf piyasada iyi performans gösterdiği için değerli bulunacak diye bir kural yoktur.  Fakat bu ayrımı yapmak için de piyasada olup bitenlerin sanatın kendisinden apayrı olduğu yanılsamasına teslim olmak gerekmiyor.  En önce atölyede kendini hissettiren bir konu. Bir sergi ya da sanat fuarı için hazırlanırken, eserlerin üretim maliyetleri, edisyonları, boyutları ve formatları belirlenirken, piyasa şartları dikkate alınır. Bu ekonomik izler, eserlerin özelliklerinden sadece biridir. Bir eser, içinden çıktığı ekonomik politikanın izlerini taşısa da bundan ibaret değildir.  Evet, eseri kendi ekonomik yaşamının dışında var olamayabilir, ancak bu çerçeve içinde başka ufuklar da görünür hale gelebiliyor. Görsel çağdaş sanatın ayrıcalığı budur.

G: Eskiden sanatçılara karşı “bohem”, “farklı” ve kimi zaman “aykırı” bir yaşam sürdüğüne dair bir önyargı vardı? Bu yaklaşım değişti mi sizce? Artık sanatçıların yaşam tarzları daha “güncel” mi?

A.G.: Bohem sanatçı tanımı, sanat dünyasının sorgulanmaya değer bir klişesidir. Bunun, sanatın meta niteliğinin yarattığı gerilimlerle alakalı olduğunu düşünüyorum. Sanatçılar, toplumsal kısıtlamalardan kendilerini mazur göstermek için kişisel bakış açılarını keşfetme sorumluluklarının önemine güvenirler. Kendilerine özgü davranışlar benimsemekte daha özgür davranırlar. Yaratıcılıklarıyla bir şekilde ilişkili olduğu düşünülen aykırı toplumsal davranışlar sergileyebilirler. Toplumsal özgürlüklerin tadını daha çok çıkarabilirler çünkü ‘gerçek’ bir sanatçının ideolojisi genellikle eserleri uğruna toplumsal zarafet ve fiziksel konforlardan feragat etmeyi içerir. Kültürel üretim görevi, toplumsal saygınlık konusundaki geleneksel kaygılar tarafından saptırılamayacak kadar önemli. Aykırılığı haklı çıkaracak bir sanat eseri olmadan, bu yaşam tarzı da bohemliğe dönüşebiliyor. ‘Gerçek’ sanatçılar, yaşam amaçlarının sanatsal yaratım olması ve yaşam tarzlarının bu amaca ulaşmak için etkili ve düşük maliyetli bir araç olması anlamında bohem değildir.  

G: Türkiye’nin içinde bulunduğu bu dönemde bir sanatçı olarak “olmak ya da olmamak” sizler için ne ifade ediyor? Bir sanatçı olarak Türkiye’de bir duruş sergilemek zor oluyor mu?

A.G.: Duyarak, hissederek ve de düşünerek var olabiliriz. Düşünceden yoksun kalmak var olmamaktır benim için. Elbette bu, düşünebilen her canlının insan olabildiği veya her insanın düşünebildiği anlamına gelmiyor. İnsan olamayanların varlığı çok korkutucudur. Yine de her durumda, düşünmeyi, anlamayı, öğrenmeyi, etkilemeyi ve de etkilenmeyi, yani sıradan bir canlı gibi var olmayı seçerim. Düşünmekten yoksun bir yaşamı sürdüremeyiz. Türkiye’nin sürekli değişen siyasi ve toplumsal coğrafyasında anlam haritalarımız da sürekli değişiyor. Bazen konuşamadığımız bir noktaya geliyoruz. Ancak geçmişin farklı tahakküm biçimlerini ve bugüne bıraktığı kalıntıları çözümlemeden geleceğe doğru bir rota çizmek imkansız. Her travmanın çözümü düşünmek, üzerine konuşmak ve tartışmaktan geçer. Geçmişle hesaplaşmanın bendeki karşılığı bu hafıza çalışmalarıdır. Bu çalışmalardaki asıl mesele geçmişi kurtararak bugün ve gelecekle kurulacak ilişkinin biçimini dönüştürmektir. Var olmak benim için bu bağlamın içinde durmak ve üretmek demek. Hak ihlalleri ve üstü örtülmüş hakikatlerle örülü çok hasar almış bir coğrafyada yaşayan bir sanatçı olarak kapsayıcı bir bakışla üretmeye çalışıyorum. Bunu yaparken iyileşmeye dair umudumu güçlü tutan şey, çalışmalarımın izleyicide yarattığı etki, sunduğu deneyim ve yüzleşme olasılığıdır. Sanat alanının, yaşadığımız adaletsizliklere anlam arayışı, bir yüzleşme tahayyül etme çabası onun var oluş sebebidir. Sanat, bu arayışların ve çabaların yokluğunda varoluş nedenini de kaybeder. Belirli bir bakış açısıyla tutarlı olarak çalışmak çok çatışmalı ve belirsizliklere dolu bir atmosferde kolay olmayabilir. Ancak kültür ve sanatı insanın genişleme kabiliyeti olarak gördüğünüz zaman her türden zorluk bağlamını da kaybediyor.

Dergimiz her ayın ilk haftası Türk Telekom Dergilik, D&R, Remzi Kitabevi ve tüm seçkin marketlerde…