“Gelecekte sizi diplomanız değil, duruşunuz ayakta tutacak” diyen Dr. Talip Emiroğlu, 250 Yıllık Eğitim Mirası adlı kitabında, Türkiye’nin eğitim serüvenini kişisel tanıklıklarıyla harmanlayarak anlatıyor. Sadece geçmişin değil, geleceğin eğitimine de ışık tutan bu çalışmada, çocukların bilgi kadar karakter, direnç ve hayata temas becerileriyle donatılması gerektiğini güçlü bir şekilde vurguluyor.
Türkiye’de eğitim politikaları, okul modelleri ve genç kuşakların geleceğe hazırlığı uzun süredir gündemde. Bu alanlara yalnızca akademik bir bakışla değil, aynı zamanda sahadaki deneyimi ve yöneticilik geçmişiyle perspektif kazandıran isimlerden biri de Avrupa Eğitim Vakfı ve Kocaeli Sağlık ve Teknoloji Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı Dr. Talip Emiroğlu. Eğitime adanmış ömrünün bir yansıması olarak, yüzlerce kurumluk yönetim tecrübesi ve kişisel tanıklıklarıyla kaleme aldığı “250 Yıllık Eğitim Mirası” adlı son kitabında, Türkiye’nin eğitim serüvenini çok katmanlı bir yaklaşımla ortaya koyuyor. Sadece geçmişe dönüp bakan değil, geleceği şekillendirmek isteyen bir eğitimci vizyonunu yansıtan bu çalışma; karakter gelişimi, direnç kazanımı ve hayata temas becerilerini eğitimin temel unsurları arasında konumlandırıyor. Tüm bu birikimi, kitabın ortaya çıkış sürecini ve Türkiye’de eğitimin geleceğini konuşmak üzere Dr. Talip Emiroğlu ile Kocaeli Sağlık ve Teknoloji Üniversitesi’nde bir araya geldik. Emiroğlu, kitabın ortaya çıkış sürecini şu sözlerle anlatıyor:

“Optimist Group Media Danışmanlık Şirketi Kurucusu Feyzan Ersinan bir gün bana dönüp, ‘Bu eğitim tarihini senden dinlemek istiyoruz,’ dedi. ‘Sen yazmalısın bunu’ diye ekledi. O söz bir kıvılcım oldu. Yaklaşık bir buçuk yıl boyunca bu kitapla ilgilendim. Sonunda ortaya anlamlı bir miras çıktı. Sadece kendi çocuklarım için değil; bu ülkenin insanlarının da merakla okuyacağı, geçmişle bağ kuracağı bir çalışma oldu. Hayatımın üçte ikisini yaşadım diye düşünüyorum. Bu kitapta o üçte ikiyi anlattım. Şimdi ucu açık bir üçte bir kaldı. Geriye kalan üçte biri ise daha sonra yazacağım. Çünkü aslında bu kitap, son 40-50 yılın Türkiye eğitim tarihine dair bir belge niteliğinde. Bu kitap; tanıklık ettiğim dönüşümleri, içimde sakladığım hayat parçalarını ve eğitim yolculuğunun gölgede kalmış detaylarını bir araya getiriyor…”
Oyuncaklar Değişti, Dünyalar Da
Emiroğlu, kitabının ilk satırlarında çocukluk yıllarına dönerek, tekerlekli oyuncakları ve tahtadan arabaları kendi elleriyle yaptıklarını anlatıyor. Hayatın kendisinin bir öğrenme alanı olduğuna inanan Emiroğlu’na, deneyim temelli eğitimin günümüz eğitim sistemiyle nasıl bütünleştiğini sorduğumuzda ise şöyle yanıt veriyor: “Bu oldukça önemli bir konu. Çünkü çocukluk deneyimleri dönüşürken, eğitim sisteminin bu değişime nasıl yanıt verdiğine bakmak gerekli. 2000 yılı öncesinde Türkiye’de okul öncesi eğitime katılım oranı yüzde 5’in altındaydı. Kurumlar genellikle çalışan annelerin çocuklarını bırakabileceği yerler olarak görülüyor; ne nitelikli içerikler sunuluyordu ne de yaygın erişim sağlanabiliyordu. Pedagojik yapı zayıf, oyun alanları yetersizdi. Bugünse 3-5 yaş grubu için özel programlar var. Yapılan araştırmalara göre, okul öncesi eğitim almış bir çocuğun uzun vadeli başarı oranı, almayanlara kıyasla yaklaşık yüzde 18 daha yüksek. Ekonomik çıktısı ise yüzde 8 civarında daha fazla. Oyun temelli öğrenme, projeler ve erken disiplin temelleriyle çocuklar çok yönlü gelişiyor.Bu noktada teknolojiye dair kaygılar da gündeme geliyor. Ancak mesele yalnızca teknolojinin hayal gücünü köreltip köreltmediği değil; asıl mesele, biz çocuklara nasıl bir öğrenme ortamı sunduğumuz.”

Gelecek, Bilmediğimiz Mesleklerden Oluşacak
Gelecek, artık yalnızca teknolojik değil; aynı zamanda insani bir hazırlık gerektiriyor. Emiroğlu, bu röportajda bize çarpıcı bir gerçeği hatırlatıyor: “Çocuklarımız, henüz adını bile bilmediğimiz meslekler için hazırlanmak zorunda.” Ancak değişen dünya sadece yeni meslekler değil, aynı zamanda yeni direnç biçimlerini de talep ettiğini vurgulayarak; “Gelecek, bugünden hayal edemeyeceğimiz işler barındırıyor. Yakında ‘Mars’ta çalışacak tornacı’ ya da ‘uzay yolculuğunda görev alacak kabin görevlisine yıllık 100 bin dolar maaş’ gibi ilanlarla karşılaşacağız. İnsanlar da haklı olarak şunu soracak: ‘Buna nasıl hazırlanacağım? Böyle bir okul yok ki!’ Gerçekten de bu alanlarda eğitim veren kurumlar henüz yok. Ancak bu, olmayacakları anlamına gelmiyor. Zaten bugün üniversite mezunlarının yaklaşık yüzde 20’si, eğitim aldıkları alan dışında çalışıyor. Yani yalnızca bugünün değil, geleceğin de mesleklerine hazırlıklı olmak gerekli. Gelecek belirsiz olabilir, ama sağlam bir karakteriniz varsa, her koşulda ayakta kalabilirsiniz. Hayat iniş çıkışlarla dolu: İlişkiler biter, ekonomik krizler olur, kayıplar yaşanır… Bu tür sarsıntılarda insanı ayakta tutan şey diploması değil, kişisel direnci, inancı ve içsel gücü. Bu direnci nasıl kazanacağınız kişiye göre değişir. Kimisi dini inançlarından güç alır, kimisi sanatla, dostlukla ya da doğayla bağ kurar. Eğitim de artık bu bilinçle şekillenmeli: Bilgi aktarmanın ötesine geçip bireyi hayata hazırlayan, özgüvenini güçlendiren, esneklik ve direnç kazandıran bir yapıya dönüşmeli” açıklamasında bulunuyor.

Yapay Zekâ ile Geleceğe Hazırlık
Eğitimin geleceğine dair bu yaklaşımlar, yalnızca sınıf içi uygulamalarda değil, tüm eğitim sisteminde köklü bir dönüşümü zorunlu kılıyor. Dr. Talip Emiroğlu’na göre bu dönüşümün merkezinde; esnek, teknolojiyle entegre ve bireysel gelişimi odağa alan bir üniversite modeli yer almalı. Kocaeli Sağlık ve Teknoloji Üniversitesi’nde hayata geçirdikleri bu yaklaşımı şöyle anlatıyor: “Esnek eğitim yaklaşımımızın temelinde, öğrencinin sadece bulunduğu kurumla sınırlı kalmadan farklı kaynaklardan da öğrenebilmesini desteklemek var. Örneğin, diş hekimliği fakültemizdeki bir öğrenci, Almanya’daki bir üniversiteden aldığı dersi bize belgelediğinde, bu dersi kendi programı kapsamında geçerli sayıyoruz. Aynı şekilde, öğrenci piyano çalmak istiyorsa ve bir müzik kursuna gidip sertifika alıyorsa, bu eğitimi de resmi olarak tanıyoruz. Bunun için derslerin dışında, öğrencinin bireysel gelişimine yönelik yüzde 30’luk bir ‘esnek eğitim alanı’ oluşturduk. Bu anlayışla, yalnızca formal eğitimi değil, bireyin çok yönlü gelişimini hedefliyoruz. Ayrıca, üniversite olarak tüm programlara yapay zekâ dersini entegre ettik. Bu yalnızca mühendislik veya bilişim bölümlerinde değil; psikoloji gibi sosyal bilimlerde de geçerli. Çünkü bizce yapay zekâ artık teknik bir uzmanlık alanı değil, her meslek için temel bir beceri alanı. Bazıları yapay zekâyı tehdit olarak görüyor, bazıları ise büyük bir fırsat. Ama gerçek şu: yapay zekâ, dijital sistemlerle birlikte çok hızlı bir değişim ve dönüşüm getiriyor. Bu değişimi doğru yönetebilmek için öğrencilerin teknolojiyi sadece kullanmayı değil, anlamayı da öğrenmesi gerekli.”
Tahta Kaşık da Yapay Zekâ
Yapay zekâyı yalnızca dijital teknolojiler olarak düşünmemeliyiz. Dr. Talip Emiroğlu’na göre, tahta kaşık bile bir yapay zekâ ürünü; çünkü bir soruna çözüm getirmiş. İnsanlık, ihtiyaç duyduğu her dönemde, gözleme ve akıl yürütmeye dayalı çözümler üretmiş. Asıl mesele, teknolojiyi üretmek kadar onu nasıl kullandığımız Aynı yapay zekâ aracını kullanan iki kişi, farklı sonuçlar elde edebilir. Bu yüzden eğitim, sadece teknolojiye erişimi değil; onu doğru kullanmayı ve yönlendirmeyi de öğretmeli. Gelecekte farkı yaratan şey, teknolojik araçlara değil, onları verimli kullanan insanlara ait olacak.
Harcama Değil, Stratejik Yatırım
Türkiye’de eğitimin sadece pedagojik değil, aynı zamanda ekonomik bir boyutu da var. Dr. Talip Emiroğlu, özel ve vakıf eğitim kurumlarının kamu sistemi üzerindeki ekonomik yükü nasıl hafiflettiğini ise şu dikkat çekici verilerle ortaya koyuyor: “Milli Eğitim Bakanlığı’nın K12 düzeyindeki yıllık bütçesi yaklaşık 25 milyar dolar. Ancak bu rakam yalnızca doğrudan harcamaları kapsar. Kamuya ait okul binaları, arsalar ve tesislerin yıllık kira değerleri de eklendiğinde, kamu eğitim altyapısının toplam değeri 60–70 milyar dolara ulaşmakta. Türkiye’de yaklaşık 18 milyon K12 öğrencisinin 1,5 milyonu özel okullarda eğitim görmekte; bu da sistemin yaklaşık yüzde 10’unu oluşturur. Eğer bu öğrenciler kamu okullarında eğitim alsaydı, devlet hem mali hem de altyapısal açıdan ciddi bir yükle karşı karşıya kalacaktı. Mevcut durumda özel okullar, kamunun yaklaşık 2,5 milyar dolarlık yıllık eğitim harcamasını üstlenmiş durumda. Okul inşası, donanım, öğretmen istihdamı gibi kalemler de dahil edildiğinde bu katkı daha da artmakta. Yükseköğretimde de benzer bir tablo söz konusu. Türkiye’deki 8 milyon üniversite öğrencisinin 850 bini vakıf üniversitelerinde öğrenim görmekte. Devletin bu alana ayırdığı yıllık 13 milyar dolarlık bütçe dikkate alındığında, vakıf üniversitelerinin doğrudan katkısı yaklaşık 1,3 milyar dolar, dolaylı katkısı ise 5–6 milyar dolar seviyesinde.” Emiroğlu sözlerine şöyle devam ediyor;
Uluslararası Öğrencilerin Stratejik Katkısı
“Türkiye’de yaklaşık 350 bin uluslararası öğrenci bulunmakta, bunların 150 bini vakıf üniversitelerinde eğitim alıyor. Devlet üniversiteleri bu öğrencileri genellikle düşük ücretlerle kabul ederken, vakıf üniversitelerinde ortalama öğrenim ücreti 10 bin dolar civarında. Bu da yılda yaklaşık 1,5–2 milyar dolarlık doğrudan döviz girdisi anlamına gelir. OECD verilerine göre bir uluslararası öğrencinin yıllık ortalama ekonomik katkısı 18 bin dolar iken, Türkiye’de bu rakam 11 bin dolar civarında. Bunun yanı sıra, mezun olduktan sonra ülkelerine dönen bu bireyler Türkiye ile bağlarını sürdürerek uzun vadeli diplomatik, kültürel ve ekonomik köprüler kurmakta. Nitekim bir öğrencinin devlet üniversitesinde ücretsiz tıp eğitimi alma imkânı varken vakıf üniversitesine 20 bin dolar ödemeyi tercih etmesi, özel eğitim kurumlarının sunduğu değeri açıkça göstermekte.”
Evrensel ve Yerel Değerlerin Dengesi
Son olarak Dr. Talip Emirğlu, Türkiye’nin ikinci yüzyılında iç barışın sağlanmasında eğitimin belirleyici rolü olduğunu ve merkezî değil, çok düzeyli ve yerel ihtiyaçlara duyarlı bir eğitim modelinin gerekliliğini vurgulayarak, bu çerçevede şu başlıkları öne çıkarıyor; “Eğitim her seviyede evrensel değerlerin istikametinde ilerlerken, yerel beklentileri de karşılamalı. Başka taraftan bakıldığında, Türkiye’de eğitim gören bir evladımızın elbette dünyaya ve insanlığa karşı sorumluluğu var. Aynı zamanda ülkemize ve milletimize de ayrı sorumluluğu var. Ailesine karşı da sorumlu. Eğer ailesinin kültüründen ve beklentisinden eksik bir eğitim alırsa, ülkesinin ve insanlığın beklentisini karşılama konusunda da çelişkiler oluşabilir. Mesela ülkemizdeki Kürt sorununun temelinde üniter eğitim dayatması olabilir.Bölgelerin realiteleri eğitimde maalesef gerekli şekilde karşılık görmedi. Bu yara ülkemizde farklı hesapları olan güçlerin de desteğiyle büyütüldü. Sonuçta okullarımızda okuyan bazı Kürt evladımız, Türkiye Cumhuriyeti’ne hizmet noktasından uzaklaşıp başka hedeflere yöneldiler. 50 yıldır gücümüzün büyük kısmını bir birimizle didişmekle harcadık. Umudum şu ki, Türkiye ikinci yüzyılında bir iç barışa doğru gidiyor. Eğitim olabilir. Bölgelerin kültürlü, hoş görülü; her ailenin beklentisini karşılayan,birliğimize ve ülkemize sahip çıkan ve evrensel dünyadan kopmayan yepyeni bir eğitim sistemi oluşturmalıyız. Kurtuluşumuzun reçetesi budur.”
Eğitimde Toplumsal Mutabakat Modeli
“Türkiye, PKK gibi silahlı yapılanmaların etkisizleştirilmesinden sonra gerçek anlamda bir normalleşme sürecine girerse, federal değil ama ‘yarı-değişken merkezli, çok düzeyli’ bir eğitim modeli tartışmaya açılabilir. Bu model hem ulusal bütünlüğü korur, hem de bölgesel ihtiyaçlara yanıt verir. Özellikle üniversiteler, bu geçişte öncü rol oynayabilir. Her bölge, kendi coğrafi, kültürel ve ekonomik yapısına göre eğitim programlarını düzenleyebilecek bir ajansa sahip olmalı. Bu ajanslar, YÖK veya MEB koordinasyonunda özerk ama hesap verebilir yapıda olmalı. Türkiye’nin eğitim planlamasında bugüne kadar üç büyük eksen rekabet etti: ‘Laik-Kamucu-Atatürkçü eğitim’ , ‘İslamcı-muhafazakâr eğitim’ ve ‘Etnik-kimlik merkezli eğitim’ Bu modellerden hiçbiri tek başına kapsayıcı bir toplumsal mutabakat üretemedi. Oysa yeni modelin şu üç bileşeni denge içinde taşıması gerekir: laik ve evrensel yurttaşlık, kültürel ve inançsal saygı ile bilimsel ve akılcı eğitim. Kısacası, Cumhurbaşkanımızın yeni Türkiye sloganı olan “Adımız kardeşlik, soyadımız Türkiye” anlayışına uygun olarak ve de zorunlu olarak yeni Türkiye Eğitim Ruhunu oluşturmalıyız. Bu ruhu şöyle tanımlayabilirim: “Çok kimlikli bir toplumu, tekçi değil eşit yurttaşlık ilkesiyle bir arada yaşatmayı hedefleyen, eleştirel düşünceyi, bilimsel merakı ve kültürel saygıyı esas alan yeni bir Türkiye eğitim modeli. Bu tanım ise, laikliği dışlamayan ancak onu daha esnek bir biçimde yorumlayan bir anlayışı içerir. Dini özgürlükleri tanır; ancak kamusal alanın dogmatik yaklaşımlara teslim edilmesine karşı durur. Türk kimliğini korumayı önemser, fakat bunu Kürt kimliğini bastırmak üzerinden gerçekleştirmez. Atatürk ilke ve inkılaplarını savunur; ancak onları ideolojik bir silah olarak değil, toplumsal gelişimimize yön vermiş tarihsel bir miras olarak değerlendirir.”