Eğitime Adanmış Bir Ömür Dr. Talip Emiroğlu

Dr. Talip Emiroğlu… O, Türkiye’de pek çok çocuğu ve genci yetiştiren eğitim kurumunun kurucularından. Avrupa Koleji’nden Beşiktaş Koleji’ne, Avrupa Kent Koleji’nden Kıbrıs Ada Kent ile Kocaeli Sağlık ve Teknoloji Üniversitesi’ne kadar pek çok eğitim yuvasında onun imzası var. Dr. Talip Emiroğlu, eğitime adadığı dünyasının kapılarını bu ay Gentleman okurları için araladı…

Bir insanın hayatında yapabileceği en büyük iyiliklerden biri topluma, ülkeye katkı sağlayacak bireyler yetiştirmektir. Dr. Talip Emiroğlu da yaşamını eğitim kurumları açmaya adamış bir isim. İlkokulu doğduğu Giresun’da kendi imkanlarıyla bitirdikten sonra önce lisans eğitimini, ardından da Yüksek Lisans ve Doktorasını tamamlamış. Kendi kuşağındaki pek çokları gibi o da ortaokul yıllarından beri eğitimini sürdürebilmek için çeşitli işlerde çalışmak zorunda kalmış. Üniversitedeyken arkadaşlarıyla ortak olarak ilk şirketini kurma kararını almış. Sınavlara hazırlanan öğrenciler için test kitapları hazırlayarak bazı dershanelere bu konuda hizmet vermiş. 1987 yılında kurulan İstanbul’daki Final Dershanesi’ne ortak olan Emiroğlu, ardından pek çok bilinen kolejin kurucusu olmuş. “Türk olduğunu unutmadan, dünyadan kopmadan hoşgörülü ve saygılı eğitim” anlayışını kendine ilke edinen Dr. Talip Emiroğlu bu ay Gentleman’ın konuğu…

Gentleman: Talip Bey, siz yaşamınızı eğitime adamış bir isimsiniz. Eğitim için yaptıklarınızı konuşacağız ama öncesinde sizi biraz daha yakından tanımak isteriz…

Talip Emiroğlu: Benim öğrencilik yıllarım 70’li ve 80’li yıllarda geçti. Bugüne baktığımda, “Ah, bizim öğrenciliğimiz daha iyiydi! “ gibi sözler söylemeyeceğim. Ama arada baya fark olduğunu kabul ediyorum. Bunu da normal karşılıyorum. Çünkü bizim çocukluğumuzun şartlarıyla bugünkü oldukça farklı. Biz ‘modernist’ metotlarla, öğretmen odaklı eğitim gördük. Şimdilerde eğitim, öğrenci odaklı postmodern yaklaşımların da ilerisine giderek ‘dijimodernist’ hale geldi. Sonuçta eğitimde kesin-doğru yerine, yaklaşımlar esas alındı. Bu durum, değişimi hızlandıran en önemli unsurlardan biridir. Bakın her yıl yeni kavramlardan söz ediyoruz. Yakın zamanda bu süre “her ay, her haftaya” inecek. O zaman eğitimde geriye bakmak yerine, geleceği anlamaya çalışmamız lazım. Gençler bizim yaşadığımız zamanı yaşamayacak, onlar geleceklerini yaşayacaklar. Bu düşünceyle onlara destek olmalıyız. Ben eğitimin ‘tek renkli’ olması taraftarı değilim. Anadolu toprakları çok kadimdir. Pek çok farklı kültürü barındırmıştır. Bugün de farklı kültürleri barındırmaya devam etmekte. Aileler, çocuklarını kendi kültür ve geleneklerine göre eğitmek isterler. Elbette bilimin ve teknolojinin dili aynıdır. Ancak çocuğun aynı zamanda ait olduğu kültürü de öğrenmesi ve yaşatması istenir. Bu yüzden ülkemizdeki eğitim yapılanmasının tek tip yerine bölgesel gerçeklere ve arzulara cevap vermesi gerektiği düşüncesindeyim. Müfredat konusunda da esneklik göstermek lazım.

G: Sizin dönemizdeki eğitim ile bugün arasında çok fark olsa gerek. Artık devlet okullarıyla beraber özel okullar ve kolejlerin de sayısı oldukça artmış durumda. Siz kendi öğrencilik yıllarınızla bugünü kıyasladığınızda bir eğitimci gözüyle ne farklar görüyorsunuz?

T.E: Bizler ilkokulda kara önlük, beyaz yakalık giyen; ahırımızda üç tane inek olmasına rağmen, okulda zorla Amerika’nın hediyesi olan süt tozunu içirilen çocuklardık. Bizden iki sınıf önce ortaokulda subaylarınkine benzeyen şapkalar mecbur tutuluyordu. Yani militarizmin etkisi altında bir sistem vardı. Bugün çok daha özgürlükçü bir ortam var.

G: Ailenizde eğitimci var mıydı?

T.E: Ailemizin eğitimci genleri 1745’lere dayanıyor. Altıncı kuşaktan Emiroğlu Müderris Ali Efendi dedem, İstanbul Mahmudiye Medresesi ve daha sonra Kahire’de eğitimini tamamladıktan sonra Giresun’un Piraziz ilçesine dönerek okul açmış. O günün şartlarına göre de öğrenciler yetiştirmiş. Bölgenin önemli alimlerinden biri olan Dedem Ali Efendi’nin türbesi Piraziz’dedir. Daha sonra yaşayan dedelerimi de şeyh ve imam mahlasıyla tanıyoruz. Bize idol olan rahmetli amcam Cumhuriyetin ilk öğretmenlerinden biri oldu. Bu yüzden olsa gerek ailemizde, hatta ilçemiz Piraziz’de öğretmen ortalaması çok yüksektir.

G: Siz eğitiminizi sürdürebilmek için ortaokul yıllarınızda çalışmak zorunda kalmışsınız. O yılları da bizlere biraz anlatır mısınız?

T.E: Ben ilkokulu köyümde bitirdikten sonra, ortaokulu İstanbul’da okuyabilmek için büyük mücadeleler verdim. İstanbul’da bir akrabamın yanında kaldım. “Beni geri çağırırlar” korkusuyla ailemden para istememek için çalıştım. İsteseydim ne kadar verebilirlerdi, orası da meçhuldü. Özellikle sinema önlerinde ‘Tommiks’, ‘Teksas’, ‘Zagor’ gibi kitaplar satardım. Ayrıca bu kitapları ben de severek okuyordum. Hayal dünyamın gelişmesinde çok faydalı oldukları kanaatindeyim.

G: İlk işinizi ne zaman kurdunuz? Ve neden eğitim sektörünü seçtiniz?

T.E: Ben Eğitim Fakültesi’nde okurken, Çemberlitaş’taki Murat Dershanesi’nin Müdürü (Allah rahmet eylesin) Erol Helvacı’yla arkadaştık. Bir gün dershaneye gelen bazı öğrencilerin özel ders almak istediklerini söyledi. Durum böyle olunca, sözel dersleri ben vermeye başladım. Öğrenci sayısı arttıkça, fakültemizdeki fizik ve matematik bölümlerinden arkadaşları da işe dahil ettim. Dershaneye yakın bir yerde iki odalı bir ofis kiralayıp ders vermeye başladık. Erol’a da aldığımız ücretten pay verdik. Daha sonra dershaneye soru testi hazırlamaya başladık. Bir baskı makinesi alarak kitapçıklar bastık. Diğer dershanelere de sattık. Daha sonra Klas Dershanesi ve Bakırköy Final Dershanesi’nin ortağı oldum. Kısa süre sonra Avrupa Koleji, BJK Koleji ve Kent Koleji’ni kurup, İstanbul’da beş ayrı yerde şubeler açtım.

Ben öğrenciyken her şeye itiraz eden biriydim. Sisteme, usule karşı hep sorgulayıcı oldum. Pek çok arkadaşın kabul ettiği şeyleri reddetmek gibi bir huyum vardı. Bu yüzden okuduğum okullarda zar zor sınıf geçtim ama kendimi her zaman başarılı gördüm. Eğitim sektöründe de kendi anlayışımı uygulamaya çalıştım. İnanmadığım hiçbir şeyi yapmadım. Mesela ülkemizde 2005 yılında başlayan ve 12 yıl devam eden, ilkokullarda el yazısıyla okuma-yazma zorunluluğunun doğru olmadığını bütün kamuoyuna en yüksek sesle ben haykırdım. Okullarımda uygulatmadım. Bir sürü soruşturmaya maruz kaldım ama vazgeçmedim. O dönem velilerim ve öğretmenlerim iyi hatırlar. Sonunda karardan vazgeçildi. Kurduğum, eğitim verdiğim bütün okullarda özgürlükçü oldum. Öğrenciye inandım. Onu bir cevher olarak kabul ettim. En çok hoşuma giden çocuklar da sınıf içerisindeki uyumsuz, haylaz denen çocuklar oldu. Çünkü bütün liderler, bütün kaşifler onların içerisinden çıkmıştır. Diğerleri ise iyi birer memur olmuşlardır. Bildiğimiz kadarıyla, Atatürk de haylaz bir öğrenciydi. 

1987’den beri kurumlarımda öğretmenler ve akademisyenler çalışmaktadır. İlk günden beri benim kurumlarımda yatay örgütlenme modeli uygulanmıştır. Yani herkes kendi işinin patronu olmuştur. Bu yüzden çalışanlarım mutluydu. Bu yönetim şeklini bir yerlerden öğrenip uygulamış değilim. Tamamen benim karakterimle alakalı olarak kendiliğinden ortaya çıkmıştır.

G: Hayatınızın dönüm noktası neydi sizce?

T.E: Hayatımda çok sayıda kırılma noktaları oldu. Bu yüzden, dönüm noktası olarak birini öne çıkarmak diğerlerine haksızlık olur. Ama kızım Zeynepnaz doğduğunda, onu ilk görüşümde kutsanıyorum gibi bir duygu hissetmiştim. Evet bu kelimeden eminim. Yaratanın yeni bir görevlendirmesi gibi bir his! Birden fazla çocuğu olanların kulakları çınlasın, ilki için güzel bir şey söylediğinde hemen diğer evladın için de en az o kadar güzel bir şey bulmak zorunda oluyorsun. Şöyle bağlayayım, Ekinsu’nun doğumunu da ablasıyla ilgili kutsamada gösterdiğim başarının ödülü olarak düşünmüştüm. Diyeceğim, baba olmak hayatıma çok farklı bir boyut getirdi.

G: Yükseköğretim okullarınızın kuruluşu nasıl oldu?

T.E: Özel dersler, test kitapları, dershaneler ve özel okullar derken sıra yükseköğretime geldi. Bu amaçla iki bin yılında Avrupa Eğitim Vakfı’nı kurduk. Burada anlatırken her şey çok kolay oluyor sanılmasın. Benim hiçbir işim kolay olmadı. Aynı işi yapan arkadaşlardan, ben her zaman çok daha fazla uğraşmak zorunda kaldım. Bunun nedeni yeteri kadar sosyal olmayışım olabilir. Siyasete, cemiyetlere ve çeşitli inanç guruplarına yakın olamadım. Herhalde bu yüzdendir ki yakın arkadaşlarımla beraber 8 yıl uğraştıktan sonra ancak 2009’da Avrupa Meslek Yüksekokulu’nu kurabildik. On yıl süren bir mücadeleden sonra da yüksekokulumuzu üniversiteye dönüştürebildik. İstanbul’dan Kocaeli’ye taşınmamız şartıyla bu izin verildi. Bu uygulama bir ilktir. İstanbul’da hazır olan kampüsümüzü bırakarak Kocaeli’de sıfırdan başladık. Bunca yıllık eğitim tecrübemiz ve altyapımızla kısa sürede mükemmel bir üniversite oluşturduk. İyi ki de buraya gönderilmişiz. Bu mücadelemizin arasında 2015 yılında Kıbrıs Ada Kent Üniversitesi’ni de kurmayı başardık. Bir birinin imkânlarından yararlanması ve ortak çalışmalar yapmaları için üniversitelerimizin bölümlerinde paralellik olmasına önem verdik. Mesela Kocaeli Sağlık ve Teknoloji Üniversitesi’nde mevcut olan Diş Hekimliği, Eczacılık, Sağlık Bilimleri, Mühendislik, Beşeri ve Sosyal Bilimler Fakülteleri; aynı zamanda Ada Kent Üniversitesi’nde de var. Buna artı olarak Hukuk ve Tıp Fakülteleri de mevcuttur. Hastane yapımını tamamladıktan sonra Kocaeli’ye de Tıp Fakültesi açmayı planlıyoruz.

G: Bu zamana kadar kaç mezun verdininiz okullarınızdan?

T.E: Özel ders ve dershanecilikten başlayıp K12 seviyesinde 24 özel okul, bir meslek yüksekokulu ve iki üniversite kurduk. Sosyal sorumluluk adına dört okul da devletimize yapıp devir ettik. 40 yıla yakın bir süre eğitime hizmet ediyorum. Kaç mezun verdik, kaç çocuğa dokunduk doğrusu pek hesap etmedim. Ama size şunu söyleyebilirim, bugüne kadar bireysel olarak 872 çocuğumuza burs vermişim. Bu öğrencilerin hiçbiri bizim okullarımızda okumamış, başka okullarda okumuştur. Bunların içerisinde ilkokuldan üniversite ve mezuniyetine kadar burs verdiklerim var. Detaylarına fazla girmeyeyim. Burs verdiğim öğrencilerin 697’si kız öğrencidir. Buradan kız öğrencilerin okutulmasındaki hassasiyetimi ifade etmek isterim. Elbette kendi okullarımızda sınırlarımızı zorlayıp zeki öğrencilere burs vererek fırsat eşitliği yaratmaya çalıştık. Ancak bu bir nevi ticari dönüşüm sağladığı için burs kapsamına girmemelidir. Bu yaptıklarımızı ‘aferin almak için’ anlatmıyorum, yanlış anlaşılmasın. Takdiri Allah’tan bekleriz. Gençler bizi izliyor. Onlara örnek olmamız lazım. Yaptığımız dayanışma faaliyetlerini bilmeliler ki, ilerde kendileri de yapabilsin.

G: Son yıllarda gençler en çok hangi alanlar ve bölümlere ilgi duyuyor, bir istatistik verebilir misiniz bizlere?

T.E: Son yıllarda sağlıkla alakalı bölümler gençlerimizin yoğun ilgisini görüyor. Buna ön lisans programları da dahil. Zaten var olan bu ilgi, pandemi döneminin etkisiyle daha da arttı. Bu musibet dönemi, diğer taraftan sağlık çalışanlarının toplum için ne kadar önemli ve saygın olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Artık bu ilgiyi nitelikli eğitimle taçlandırmalıyız. Ülkemiz sağlık turizmi hızla gelişiyor. Bu alanda istihdam ihtiyacı her yıl artacaktır. Gençlerimiz mutlaka yabancı dil öğrenmeli. Bu onlara avantaj sağlayacaktır. Ayrıca yurt dışında çalışma alternatifleri de olacaktır. Diğer taraftan gençlerimizin yazılım ve bilişim alanlarına daha çok ilgi göstermelerini arzu ediyorum. Çünkü bugün olduğu gibi gelecekte de mühendisliklerin çok önem kazanacağı ortadadır. Gelecekte, birinci önceliğimiz, üniversite olarak AR-GE’yi daha çok desteklemek olacak. Batı’daki üniversitelerin tecrübelerinden yararlanmak için çalışmalarımız var. Eğitimde uygulamaya çok önem veriyoruz. Diş Hekimliği Fakültelerimizin diş hastaneleri de mevcut. Eczacılık Fakültesi için İsviçre’deki bir laboratuvarla ortak yatırım planlaması içerisindeyiz. Tıp Fakültemizin programında geleneksel tıp alanına yer vereceğiz. Bunun çalışmalarını Çin’li partnerlerimizle sürdürüyoruz. Zamanı gelince bunların lansmanını yapacağız.

G: Döviz kuru ve enflasyonla birlikte eğitim maliyetleri de giderek artmakta. Bu konuda sizin de yorumlarınızı dinlemek isteriz. Hem vakıf okulları (özel okullar) hem de öğrenciler ve veliler bu konuda nerede duruyor? Gözlemlerinizi bizlerle paylaşır mısınız?

T.E: Ülkemizdeki ekonomik zorlukların özel okul ve vakıf üniversitesinde öğrencisi olan aileleri çok zorladığını biliyorum. İnsanların geliri aynı oranda artmıyor ama başta okul olmak üzere giderleri en az iki kat artıyor. Diğer taraftan özel öğretim kurumlarına bakacak olursak, onların durumları daha zor. Ücretlere enflasyon oranında zam yapıyorlar. Ama bir yıl geçene kadar giderlerine daha fazla zam geliyor. Bu sadece bizde değil, dünyanın yaşadığı bir geçiş dönemidir. Her iki tarafta birbirini idare etmeye çalışmalı ve okul yerinde kalmalı, öğrenci de orada olmalı. Yani sistemi ayakta tutmalıyız.

G: Peki özel/vakıf üniversiteler Devlet’ten neler bekliyor?

T.E: Devletimiz bir ara özel okullara ve vakıf üniversitelerine daha liberal ve gerçekçi yaklaşıyordu. Bu kurumların devletin yükünü hafiflettiği gerçeği algılanmış görülüyordu. Ama son yıllarda, üzülerek söylüyorum özellikle vakıf üniversitelerine karşı negatif bir tutum ortaya konuyor. “Çok ticari” deniyor. Bu yüzden bu kurumların üzerinde bir töhmet oluştu. Mutlaka birkaç olumsuz vaka olmuştur, yoksa kimse durduk yere olumsuz dil kullanmaz. Ama bir iki olumsuz örnek yüzünden bütün sektörün töhmet altında bırakılması ülkemize zarar verir. Şöyle bakalım, vakıf üniversiteleri devletimizden parasal destek alıyor mu? Hayır. Kurucu, vakfın desteği ve öğrenci gelirleriyle eğitimi sürdürüyor.

Peki devlete ne katkısı var? Bu yıl itibarıyla 700 binden fazla öğrenci vakıf üniversitelerinde öğrenim görüyor. Bu sayı her yıl artıyor. Bu öğrencilerin 100 binden fazlası tam burslu okuyor. Üniversitelerin yaptığı özel burs ve indirimler buna dahil değil. Bu yıl devletimizin yükseköğretime ayırdığı bütçe 135 milyar TL’dir. Yani yaklaşık 7 milyar dolar. Eğer vakıf üniversiteleri olmasaydı bu rakam yıllık 1.5 milyar dolar daha artacaktı. Ayrıca fiziki ve eğitim gereçlerini de koyarsak bu artış 8 milyar doları bulacaktı. İşte vakıf üniversiteleri devletimizin üzerinden her yıl bu kadar yükü alıyor. Bunun yanında kaliteli eğitim veriyorlar. Bakın uluslararası kriterlere… Bizim vakıf üniversitelerimiz ilk sıralarda yer almaya başladılar. Bir de bunun uluslararası öğrenci boyutu var. Vakıf üniversiteleri bu alanda, devlet üniversitelerinden daha az öğrencisi olmasına rağmen, ülkemize daha fazla döviz girdisi sağlıyor. Burada devlet üniversitelerinin bölümlerine göre, yıllık 500-2000 dolar arasında, oldukça düşük ücretlere öğrenci kabul ettiklerini belirtmeliyim. Bu düşük ücretler vakıf üniversitelerinin de önünü kesiyor. Buralarda iki binle otuz bin dolar arasında ücret alınırken, öğrenci ister istemez devlet üniversitesine öncelik veriyor. Bu şartlarda bile vakıflar ciddi bir döviz girdisi sağlıyor. Ülkemizde 300 bin civarında uluslararası öğrenci olduğu belirtiliyor. Cumhurbaşkanımız haklı olarak bu sayının bir milyona çıkarılması hedefi koydu. Haklı olarak, diyorum çünkü 2002 yılında 76 olan üniversite sayımızı 207’ye çıkardı. İş yapın diyor. Bugün dünyada 7 milyon uluslararası öğrenci var. Türkiye, dünyanın merkezinde. Bu sayıya çok rahat ulaşabiliriz. Ancak devlet üniversiteleri bu kadar düşük ücretlere öğrenci almamalı. İşi ucuzlatıyorlar. Daha çok öğrenci almanın birinci şartı, öğrencinin eğitimine ayırdığın bütçeyi artırmaktır. İyi eğitim parayla ve imkanla oluyor. Amerika’daki devlet üniversiteleri yabancı öğrenciden yılda 40 bin dolar alıyor. Kendi eyaletindeki öğrenciden bile 10 bin dolar alıyor. Dolayısıyla bir öğrencinin eğitimine yılda otuz bin dolar harcama yapabiliyorlar. Bu yüzden en iyi üniversiteler orada. Bizde de yabancı öğrenci konusunda çeşitli kısıtlamalar yerine, Cumhurbaşkanımızın milli, liberal ve reformist düşünce anlayışını daha iyi algılamalıyız. Sonuçta vakıf üniversitelerine karşı bu kadar mütereddit olmamak lazım. Bu bizim kültürümüzde var. Türk ve İslam tarihine bakıldığında eğitimin vakıflarla yürütüldüğünü görüyoruz. Selçuklular ve Osmanlı’daki medreseler vakıflarla finanse edilip akademik ve idari özerklikler sağlamışlardı. Diğer taraftan, devlet üniversitelerini de irdelemenin zamanı gelmedi mi? Buralarda bir başarı ölçeği var mı? Mesela orta ölçekli bir devlet üniversitesinin yıllık bütçesi yüz milyon dolara yakındır. Ayrıca döner sermaye gelirleri var. Kira giderleri de yok. Devletimiz buraları da vakıf üniversiteleri gibi denetliyor mu, merak ediyorum? Yöneticilere ben sana marka değeri açısından, gelirleri açısından, uluslararası bilinirlilik açısından, öğrenci ve akademisyen istihdamı açısından şu seviyede bir kurum teslim ettim, sen bunu nereye getirdin diye soruluyor mu? Bu açıdan bakıldığında, devlet üniversitesi rektörleri sadece akademisyenlerden seçilmeyebilir. Bu kadar büyük bütçeleri işletme ve liderlik yeteneği olan kişilerin yönetmesi daha isabetli olur. Şunun da altını çizmek isterim, vakıf üniversitelerine gelen öğrenciler; devlet üniversitelerinde ücretsiz okumayı tercih etmeyip zar zor ücret ödeyerek vakfa geliyor. Neden? Kimse karşılığını alamadığı yere boşu boşuna para vermez. Sonuçta paranın olduğu yerde ticaret olacaktır. Vakıf üniversiteleri elbette ticari olacak. Para kazanacak. Bundan kimse rahatsız olmasın. Parayı nereye sarf ettikleri takip edilsin. Vakıfçılık zihniyetinden ayrılmayıp, eğitim kalitesine yatırım yapanlara, yoksul öğrencilere kol kanat açıp fırsat eşitliği sağlayanlara dokunmamak lazım. Bilakis önü açılmalıdır. Yeni dönemde Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın yükseköğretimde radikal iyileştirmeler yapacağını düşünüyorum. Mesela ülkemizde 75 vakıf üniversitesi var. Yaklaşık toplamın beşte ikisi kadar. YÖK genel kurulunda en az üç-beş üye vakıf üniversiteleri mütevellisinden olmalıdır. Bizim gerçeklerimiz farklı, oradaki karar merci içerisinde sesimiz olması, pek çok sorunu başlamadan bitirecektir.

G: Son yıllarda online ve hibrit eğitim de oldukça yaygınlaştı. Bunu savunanalar kadar eleştirenler de var. Siz bu konunun ne tarafındasınız?

T.E: Ben online veya hibrit eğitime karşı değilim. Gelecekte eğitimin tamamen buralara doğru gideceğini görüyoruz. Ancak bu bir süreç gerektirir. Bugünün şartlarında online verim alamayacağınız bölümler ve dersler var. Bunları online veya hibrit gibi uygulamalarla yapmaya kalkarsanız, eğitimi verimsiz hale getirmiş olursunuz. Almanya’daki veya Amerika’daki öğrenci online yapıyor, biz de yapalım dediğiniz anda yanlışa düşersiniz. Bizim çocuklarımızın gelebildiği online kültürle, onlarınki arasında çok fark var. Hibrit mana olarak güzel bir terim aslında. Esnek eğitimi çağrıştırıyor. Ama bizde maalesef online’ı artık savunamayacak duruma gelip yüz yüze eğitime geçmeye cesaret edemeyenlerin sığındığı ara içi boş formül haline geldi. Sonuca gelelim,2023 Dünya Ekonomik Formu’nda açıkladılar. İşverenler yüzde 70 oranında mezun yetkinliklerinden memnun değil. Yani üniversite eğitimi, iş hayatında ancak yüzde 30 karşılık bulabiliyor. Türkiye’de bu oran kaç, belirtmeyeceğim. Bunun izahı şu; işveren yakın gelecekte diplomanın yanında, yetkinlik şartı arayacak. Diğer bir ön görü de, sadece yedi yıl sonra bugünkü meslekler yüzde 85 oranında biçim değiştirecek. Ülke olarak eğitim programlarımızı bu beklentilere göre planlamalıyız. Üniversitelerimizde çok öğrenci var. Bir kurumun, bir organizasyonun 10 binin üzerinde öğrenciyi istenen düzeyde okutması mümkün değildir. 60-70 bin öğrencili üniversitelerimiz var. Olaya sadece öğrenci istihdamı açısından bakmamalıyız.

G: Bu değerli bilgilerden sonra biraz da iş dışına çıkarak özel hayatında Talip Emiroğlu nasıl biridir onu sizden dinleyelim. Mesela boş vakitlerinde neler yapmaktan hoşlanır?

T.E: “Bibliyofil” olduğumu söyleyebilirim. Daha önce de ifade ettiğim gibi Tommiks, Teksas gibi macera kitaplarıyla başlayan okuma alışkanlığım, Kemalettin Tuğcu serileriyle devam etti. Kitapların insanları gerçekte gitmesi mümkün olmayan zamanlara ve ortamlara götürdüğünü keşfettikten sonra klasikleri okumaya başladım. Derken bu yolculuk Türk edebiyatı ve tarih diye devam etti. Bir yandan da kitap satın alma hastalığı başladı bende. Okumasam bile satın almaya başladım. Çocukluğumdan beri bütün harçlığımı kitaba veren biriyim. Büyüyünce kendimi şöyle ikna ettim; okumasam da alayım ki çok satılsın ve çok kişi kitap yazsın. Hastalık diyorum, bunun bir adı var; okuyamayacağın kitapları satın alanlara ‘tsundoku hastası’ diyorlar. Her zaman ofisimin üç duvarı, evimin bir odası kitap rafı olmuştur. İki kere kendimce radikal bir karar alarak, on üç bin kadar kitabımı Giresun’da ve Ağrı’da okullara gönderdim. Şimdi yine birikti. Boş zamanımda okumanın dışında ben de yazıyorum. 

G: Kitap tutkunuz dışında nasıl birisiniz? Mesela hangi lezzetleri seversiniz?

T.E: Benim çok anlaşılır bir hayatım var. Gece on iki oldu mu yatakta olmam lazım, uykum gelir. O saatte beni sokağa çıkarın, ya arabada veya bankta uyurum. İki öğün yemek yerim. Balık dışında et yemem. Karadenizliyim ama olmasam da herhalde hamsi severdim diye düşünüyorum. Kara lahananın çorbası, sarması her şeyini severim. Görüyorsunuz, bu kadar çalış didin hala bunları yiyoruz. Ben mutfağa girer miyim? Her zaman… Evdeki yardımcılar yabancı olduğu için istediğim yemeği yapmayı önce ben öğretirim. Fırında ve kuzine sobada yemek yapmak ayrıca ilgi alanım. Bu arada çok boğazıma düşkün biri izlenimi veriyor olabilirim ama öyle değil. Ben yemekten ziyade ikram etmeyi seviyorum.

G: Her gün düzenli spor yapar mısınız?

T.E: Her gün bir saat spor yaparım. Bu yüzme veya yürüyüş olabilir. Dönüşümlü olarak pilates ve yoga da yaparım. Çok eski bir dalgıcım. Bu konuda referansım Sn. Erol Kaynar’dır. Aşağı yukarı kırk yıldır kayak yaparım. 

Dergimiz her ayın ilk haftası Türk Telekom Dergilik, D&R, Remzi Kitabevi ve tüm seçkin marketlerde…