Aşkın Bile Formülü Yokken Ekonomiyi Nasıl Yöneteceğiz?

Ekonomi sadece faiz ve enflasyon mu? Davranışsal iktisattan yönetişime, liyakatten gençlerin sisteme güvenine uzanan çok boyutlu bir değerlendirmeyle, Prof. Dr. Emre Alkin’le Türkiye ekonomisindeki dönüşümü konuştuk. “Aşkın bile matematiği yokken, ekonomiye formülle yaklaşmak ne kadar doğru?” diyen Alkin, teknik analizle duygusal sezgiyi buluşturan farklı bir bakış sunuyor.

Son yıllarda Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nda yaşanan başkan değişimleri, yalnızca para politikasını değil, kurumun itibarını ve teknik özerkliğini de tartışmaya açtı. Ekonomik göstergelerle siyasi beklentiler arasında giderek sıkışan bu stratejik kurum, artık sadece ekonomik değil, aynı zamanda sembolik bir aktör haline geldi. Peki bir ekonomide istikrarı asıl sağlayan nedir? Teknik bilgi mi, siyasi uyum mu, yoksa uzun vadeli bir vizyon mu? İşte bu soruların izinden giderek, İstanbul Topkapı Üniversitesi rektörlük binasında ekonomist Prof. Dr. Emre Alkin ile buluştuk. Merkez Bankası’nın geçirdiği dönüşümü, bağımsızlık tartışmalarını ve rezerv politikalarını açık yüreklilikle değerlendirdiğimiz bu söyleşide, Alkin yalnızca mevcut tabloyu değil, olması gereken yönetişim modelini de net ifadelerle ortaya koydu. Teknik kurumların popülist beklentilere göre şekillenmesini eleştiren Alkin, günü kurtaran politikaların uzun vadeli istikrara zarar verdiğini vurgularken; değişimin yalnızca isimlerde değil, zihniyetlerde başlaması gerektiğinin altını çizdi. Alkin’le yine açık sözlülüğünü konuşturarak; yalnızca ekonomi yönetimini değil, gençlerin sistemle kurduğu karmaşık ilişkiyi, sürdürülebilirlik söyleminin içinin nasıl boşaltıldığını ve davranışsal iktisadın yükselişini masaya yatırdık. Zaman zaman rakamlardan uzaklaşıp kalbin sesine kulak vererek aşkın sabrını, matematiğini ve kabullenişini de konuştuk…

Kurumsal Hafıza Olmadan Ekonomi Yönetilmez

Ekonomi yönetiminin en kritik aktörlerinden biri olan Merkez Bankası, bugün yalnızca aldığı kararlarla değil, bu kararları hangi zeminde ve nasıl aldığıyla da kamuoyunun yakın takibinde. Peki, teknik uzmanlık ile siyasi irade arasındaki bu hassas dengeyi nasıl kurmak gerekir? Prof. Dr. Emre Alkin, bu soruya açık yüreklilikle yanıt veriyor: “Merkez Bankası, teknik bir kurum olarak esasen özerk. Ancak bu özerklik, hükümet politikalarıyla çatışmak anlamına gelmez. Çünkü Merkez Bankası’nın asli görevi, fiyat ve finansal istikrarı sağlamak; bu da siyasi değil, teknik bir sorumluluk. 

Bu yüzden Merkez Bankası’nın, siyasi gelişmelere doğrudan müdahale etme ya da dengeleme gibi bir görevi yok. Bu bağlamda, eğer ben Merkez Bankası Başkanı olsaydım, ilk yapmayacağım şey siyasetin doğrudan etkisi altına girmek olurdu. Ancak halkın seçtiği bir hükümetin iradesine saygı duymak da sorumluluk. Refah artışı, enflasyonla mücadele ve gelir seviyesini yükseltme gibi iyi niyetli hedeflere Merkez Bankası, dolaylı yoldan katkı sunmalı. Ancak bu katkı, teknik gerçekler ve para politikasının temel ilkelerinden sapmadan sağlanmalı. Çünkü Merkez Bankası’nı yönetmek, yalnızca teknik bilgi değil, aynı zamanda deneyim ve objektif bir bakış açısı gerektirir. Merkez Bankası rezervlerindeki son erime, yalnızca ekonomik göstergelerle değil, kurumun yönetim refleksleri ve duruşuyla da yakından bağlantılı. Bu süreci değerlendirmek için rakamların ötesine geçip, izlenen politikalar ve bunların şekillendiği siyasi bağlam da göz önünde bulundurulmalı. Haziran 2023’te göreve gelen yeni yönetimin, faiz oranını yüzde 8,5’tan 15’e çıkarması ilk etapta piyasalarda olumlu karşılık buldu.”

Geçici Çözümler, Kalıcı Sorunlar

“O dönemde yıllık enflasyon yüzde 38,21 seviyesindeydi. Bu nedenle, en azından bu orana yaklaşan bir faiz artışı yapılmalıydı ki, piyasalara enflasyonla kararlı bir mücadele mesajı verilebilsin. Ancak bu adım atılmadı. Yerel seçim sürecinin yaklaşmasıyla, Merkez Bankası’nın daha temkinli ve siyasi otoriteyle uyumlu bir çizgi izlemeyi tercih ettiğini düşünüyorum. Bu durum, teknik bağımsızlıktan ödün verildiği izlenimini yarattı. Oysa düzenleyici kurumların amacı sempatik görünmek değil; doğru ve teknik olarak tutarlı kararlar almak. Çünkü günü kurtarmaya yönelik adımlar, uzun vadede daha ağır bedellere yol açar. Enflasyon yüzde 75’e kadar çıkarken, faizler kademeli artışlarla ancak yüzde 50 seviyesine ulaştı. Bu, geç kalınmış ve reaktif bir faiz politikasıydı. Aynı süreçte, güçlükle toparlanan rezervlerin yeniden eridiğine tanık olduk. Özellikle 19 Mart süreciyle başlayan siyasi ve finansal çalkantılar, rezervlerin savunma amaçlı kullanıldığını gösterdi” diyen Alkin, sürecin sadece iç politikayla değil, küresel aktörlerle de ilişkili olduğunu belirtiyor.

Üstten Bakan Yaklaşım, 

Güven Kaybına Yol Açıyor

Alkin, Merkez Bankası’nın son dönemde piyasadaki aktörlere karşı zaman zaman ‘akıl veren’ bir tavır takındığını da şu sözleriyle eleştiriyor: “Bir de buna Trump’ın küresel piyasalarda yarattığı dalgalanmalar eklenince tablo daha da karmaşıklaştı. Öte yandan, Merkez Bankası’nın zaman zaman piyasanın farklı aktörlerine ‘akıl veren’ tavrı, kurumsal imajına zarar veriyor. İhracatçıya, portföy yöneticisine ya da ticaret erbabına üstten bakan bir yaklaşım, uzmanlık iddiasını zayıflatıyor ve güven kaybına yol açıyor. Bugün gelinen noktada ise Merkez Bankası’nın yalnızca siyasi baskılarla değil, kendi iç refleksleriyle de hareket ettiği görülüyor. Merkez Bankası’nın son dönem yönetim anlayışı, zaman zaman büyük futbol kulüplerinin yönetim tarzına benziyor: Herkes hatalı, yalnızca kendileri doğru. Sürekli değişen politika yöneticileri, yenilenen stratejiler ve hatalardan ders alınmadan sürdürülen uygulamalar… Bu zihniyet değişmediği sürece, kalıcı ve sağlıklı bir ekonomik yapı kurulması zor görünüyor. Bu nedenle Merkez Bankası’nın, rezervlerden milyarlarca dolarlık satışları yalnızca siyasi otoritenin doğrudan talebiyle değil, aynı zamanda kendi kurumsal pozisyonunu koruma refleksiyle gerçekleştirdiğine inanıyorum. Öyle bir noktaya geldik ki, artık sadece siyasi otorite değil, teknik kurumlar da kendi siyasetlerini üretmeye başladı. Eleştirilerim sert görünebilir; ancak bu kurumların daha şeffaf, hesap verebilir ve teknik bir çizgide ilerlemesini isteyen herkesin alınmasını değil, düşünmesini isterim.” 

Yönetişimde Kültürel Kopukluk

Merkez Bankası’nın uyguladığı para politikalarıyla hâlâ istenilen sonuca ulaşılamamış olması, sadece dış koşullarla değil, kurum içi yapılanmayla da yakından ilişkili. Emre Alkin’e göre bu tabloyu anlamak için sadece sık sık değişen başkanlara değil, o görevlere getirilen kişilerin kurumsal geçmişine bakmak gerekli. “Bugün geldiğimiz noktada, asıl mesele kaptanın sık değişmesi değil,” diyor ve ekliyor: “O kaptanların daha önce o gemiyi hiç kullanmamış olması. Merkez bankacılığı, yalnızca teknik bilgiyle değil; yıllar içinde oluşan kurumsal hafıza ve derin içgörüyle yürütülmeli. Günümüzde bilgi teknolojileri, yapay zekâ destekli sistemler ve veri odaklı karar alma süreçleri öne çıkarken, özellikle Merkez Bankası gibi kritik kurumların yanlış karar verme lüksü olamaz. Faiz artırımı mı yapılacak, döviz piyasasına mı müdahale edilecek, likidite sıkılaştırması mı uygulanacak bu sorulara sağlıklı yanıtlar verebilmek, ancak kurum içinde yetişmiş ve geçmiş politika sonuçlarını bizzat yaşamış kişilerle mümkün. Ancak son yıllarda Merkez Bankası yönetiminde görev alan birçok ismin, karar alma pozisyonlarında değil; genellikle bir lidere ya da genel müdüre raporlayan rollerden geldiği görülüyor. Ne bütçe yönetmiş, ne insan kaynağı idare etmiş, ne de doğrudan uygulama sorumluluğu taşımışlar. Böyle isimlerin, bir anda ülke ekonomisinin merkezine yerleştirilip yüksek performans beklentisiyle karşı karşıya bırakılması hem onlar açısından adil değil, hem de kurum için ciddi bir maliyet yaratıyor. Daha da düşündürücü olan ise, bu yetersizliğin zamanla özgüven fazlasına dönüşmesi. Geçmişte kayda değer başarılar elde etmemiş bazı yöneticiler, kısa sürede farklı sektörlere ‘nasıl iş yapılması gerektiğini’ anlatmaya başlıyor. Oysa bir kurumu yönetmek, önce kendini yönetebilmekle başlar. Elbette Merkez Bankası’nda sık başkan değişimi istikrarı zedeliyor; fakat esas sorun, bu isimlerin çoğunun kurumsal kökenli olmaması ve merkez bankacılığı kültürüne yabancı kalmaları. Ne yazık ki bu durum yalnızca TCMB ile sınırlı değil; kamu yönetimi ve özel sektör genelinde de liyakat, liderlik ve yönetim kültürü ciddi bir yapısal sorun hâline gelmiş durumda.” 

Marifeti Değil, Malumatı Ödüllendiriyoruz

Liyakat meselesi, Türkiye’de uzun süredir tartışılan ama bir türlü doğru zemine oturtulamayan konulardan biri. Prof. Dr. Emre Alkin’e göre bu sorunun kaynağında, marifetli insanlardan çok, malumatlı kişilere duyulan sistematik güven yatıyor. “Biz, gerçekten çözüm üreten ve inisiyatif alabilen insanları değil; iyi konuşan, düzgün CV’si olan ama risk oluşturmayan bireyleri tercih ediyoruz,” diyen Alkin, yöneticilerin çoğu zaman ‘marifetli’ insanları bir tehdit gibi algıladığını savunuyor. Prestijli okullar, yabancı dil bilgisi ya da güçlü referanslar gibi yüzeyde parlayan unsurların, gerçek icraat kapasitesiyle her zaman örtüşmediğini vurgulayan Alkin, bu durumu Nobel Komitesi’nden duyduğu bir anekdotla anlatıyor: “Obama’ya verilen Nobel Barış Ödülü’nün gerekçesini sorduğumda, ‘Bazen insanlara yaptıkları için değil, yapacaklarını umduğumuz şeyler için de ödül veririz’ demişti. Bizde de durum bu. Geçmiş performansı olmayan isimlere umut bağlanıyor, ülkenin kaderi teslim ediliyor.” Ekonomi yönetiminde yaşanan son değişimlerin de bu anlayışın bir yansıması olduğunu belirten Alkin, “Nureddin Nebati–Şahap Kavcıoğlu döneminin ardından göreve gelen yeni ekonomi yönetimine yönelik beklentiler de bu algının bir uzantısıydı. Pek çok kişi, ‘Bundan daha kötüsü olamaz’ düşüncesiyle yeni yönetimi büyük umutlarla karşıladı. Ancak ortaya çıkan tablo, beklentilerin tersine, en az önceki dönem kadar sorunlu bir süreci beraberinde getirdi. Hatta bazı çevreler, önceki yöneticilerin en azından diyalog kurma çabası gösterdiğini, mevcut yönetimin ise topluma tamamen kulaklarını kapattığını dile getiriyor. Geldiğimiz nokta, adeta bir Pirüs zaferini andırıyor. Tarihte iki tarafın ordusunun neredeyse tamamen yok olduğu bir savaşı kazanan Kral Pirüs’ün, “Tanrılar bana bir daha böyle bir zafer nasip etmesin” dediği gibi… Enflasyonla gerçek mücadele, halkın alım gücünü baskılamakla değil; üreticinin maliyetlerini düşürmek ve onları makul fiyatlarla ürün satmaya ikna etmekle mümkün. Vatandaşı yoksullaştırarak enflasyonu düşürmeye çalışmak hem toplumsal refahı zedeler hem de uzun vadede sürdürülebilir bir çözüm sunmaz” diyor.  

Güvensizlik, İşlevsizliktir

Bu nokta dış politika ve ekonominin iç içe geçtiği Trump dönemi örneğini hatırlatıyor.  Sosyal medya üzerinden yapılan ani açıklamalar, Türkiye ekonomisinde ciddi dalgalanmalara yol açmıştı. Bu dönem, Türkiye’nin dışa bağımlı yapısının nasıl hızla ekonomik krize dönüşebileceğini gösterdi. Bugün ise Suriye ve Irak gibi bölgelerdeki yeniden yapılanma süreçleri üzerinden ekonomik kazanç elde etme umuduyla, Türkiye’nin ABD ile ilişkilerini daha yumuşak bir çizgide sürdürmeye çalıştığı görülüyor. Ancak Alkin’e göre bu stratejiler hâlâ beklenti düzeyinde ve henüz somut faydaya dönüşebilmiş değil. “Bu politikalar ne içeride güven yaratıyor ne de dış yatırımcıya istikrar mesajı veriyor” ifadesinde bulunan Alkin, Türkiye ekonomisinin temel sorunlarından birinin, teknik araçlarla tek başına çözüm üretilebileceği yanılgısı olduğunu belirterek sözlerine şöyle devam ediyor: “Siyasi irade bu süreci tam anlamıyla sahiplenmediğinde, vatandaş da güven duymuyor. Güvenin olmadığı ortamda ise en iyi ekonomik programlar bile işlevsiz kalıyor. Son dönem ekonomi kadrolarının da bu yükün altında kaldığı, alınan kararların siyasi gerçeklikten uzaklaştığı anlaşılıyor. Türkiye’nin dış politika eksenine göre şekillenen değil, kendi iç dinamiklerine ve uzun vadeli hedeflerine dayalı, tutarlı bir ekonomik vizyon geliştirmesi gerekli. Aksi hâlde, dış aktörlerin ani kararları ya da lider değişiklikleri gibi öngörülemez gelişmeler, ekonomiyi yeniden savunmasız bir pozisyona sürükleyebilir. 19 Mart sonrası yaşanan gelişmeler, ekonomi yönetiminin aslında siyasi iradeden bağımsız hareket edemeyeceğini açıkça ortaya koydu. On milyarlarca dolarlık rezerv satışına mecbur kalınması, teknik bağımsızlık iddiasının sınırlarını gösterdi. Ekonomide kalıcı başarı, sadece teknik bilgiyle değil, eleştiriye açık duruş ve gerçekleri görme cesaretiyle mümkün. Ancak mevcut yaklaşım, yapıcı uyarılara rağmen ters yönde ısrar etti. Bu nedenle, ortaya çıkan tablonun sorumluluğu yalnızca yöneticilere değil, bu süreci koşulsuz destekleyenlere de ait.” 

Cesur Yatırımcı Kayboluyor

“Türkiye’de artık klasik anlamda üretken, cesur ve uzun vadeli risk alabilen iş insanı profili giderek azalıyor. Ekonomideki belirsizlik ortamı, yatırım yapma isteğini düşürürken, insanlar daha çok mevcut gelirle iyi bir yaşam sürmeye ya da mal varlığı edinmeye yöneliyor. Ancak bu eğilim zamanla değerlerin önüne geçiyor; etik davranıştan, toplumsal sorumluluktan ve hatta aidiyet duygusundan ödün veriliyor. Bu dönüşüm sadece ekonomiyle sınırlı değil; kültürel ve düşünsel alanda da etkisini gösteriyor. Medyada ve kamuoyunda fikir üretme kapasitesi sınırlı ancak görünürlüğü yüksek isimler ön plana çıkarken, toplumun gerçek kanaat önderleri geri planda kalıyor. Erdemli olmak ya da toplumsal değerlere bağlı kalmak, adeta dezavantaj gibi algılanıyor. Ayrıca göç ve kültürel etkileşim süreçlerinde yeterli uyum sağlanamadığı için, dışarıdan gelen etkiler çoğu zaman bilinçsizce içselleştiriliyor. Bu durum özellikle genç kuşakta kültürel bir yabancılaşma ve tepkisellik yaratıyor.”

Davranışsal Ekonomi Çağındayız

İçinde bulunduğumuz dönem, davranışsal iktisadın yükselişe geçtiği bir dönem. Tüketici kararlarında artık yalnızca ihtiyaçlar değil, duygular da belirleyici rol oynuyor. Prof. Dr. Emre Alkin bu dönüşümü kaleme aldığı ‘Yeniden Herkes İçin Ekonomi’ kitabından alıntı ile şöyle özetliyor: “Geçmişte insanlar ihtiyaçları karşılanmadığında üzülürdü; bugün ise karşılanmayan arzular, yani ihtiraslar üzüntü yaratıyor. Bu değişim, ekonomik kararların yalnızca rasyonel zeminde değil; psikolojik ve sosyal etkilerle de şekillendiğini gösteriyor. Artık tüketici davranışları ihtiyaçtan çok ihtirasa yöneliyor. Bu da davranışsal iktisadın önemini artırıyor; çünkü para harcama ya da yatırım kararları sadece mantıkla değil, duygular ve sosyal çevreyle de şekilleniyor. Ekonomik kazanç artık yalnızca maddi değil; vicdani ve duygusal tatmin de belirleyici. Ancak bu tatmin her zaman faydalı anlamına gelmiyor. Örneğin intikam da tatmin edici ama faydalı değil. Eğer harcanan para size bir değer olarak geri dönmüyorsa, bunu rasyonel bir bireyin yapmaması gerekli. Sosyal medya, mahalle baskısı ya da aile içi beklentiler, bireyleri rasyonel olmayan harcamalara yönlendirebiliyor. Bu yüzden sadece finansal okuryazarlık değil, rasyonel düşünme becerisi de giderek daha kritik hale geliyor. Para harcamak, yalnızca bir tüketim değil; aynı zamanda bir yöneliş, bir kimlik beyanı… Ama kazandığı paraya hükmedemeyen birey, zamanla hayatın diğer alanlarında da kontrolü kaybeder.” Tüm bu dönüşümün yatırımcılar açısından da dikkate alınması gerektiğini vurgulayan Alkin, artık tüketicinin sadece ürün değil, anlam aradığı bir dönemde yaşadığımızı hatırlatarak; “Yatırım kararları alınırken, bu duygusal değişimin de dikkate alınması gerekiyor” diyor.  

Gençlerin Öfkesi Kimlik Krizi

Topkapı Üniversitesi rektörlüğü görevini de yürüten Prof. Dr. Emre Alkin, aynı zamanda gençlerle birebir temas hâlinde olan bir eğitimci. 19 Mart’ta İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik operasyonlar sırasında bazı üniversite öğrencilerinin de tutuklanması, gençlerin sisteme ve geleceğe bakışını yeniden gündeme taşıdı. Bu olayların öğrenciler üzerindeki etkisini sorduğumuz Alkin, eğitimci kimliği ile gençlerin yaşadığı hayal kırıklığını şu sözlerle aktarıyor: “Türkiye’de emek veren, eğitimli gençlerin sisteme duyduğu öfke yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda sosyokültürel bir kırılmanın sonucu. Üniversitelerde binlerce genç zorlu sınavları geçip mezun oluyor, ancak karşılaştıkları hayat “Bu kadar emeğe bu mu?” dedirtiyor. Zamanla bu düzenin değişmeyeceğine inanıyorlar. Beklentiler karşılanmadığında oluşan öfke, sistemin çelişkilerine duyulan haklı bir isyana dönüşüyor. Bu öfkeyi siyasal kazanç uğruna araçsallaştırmak, gençlerin geleceğini çalmak. Üniversitelerde onlara ‘itaat değil, görev bilinci’ öğretiliyor. “Kendinizi geliştirin, çok yönlü olun, bugün anlaşılmasa da yarın değeriniz bilinecek” deniyor. Ancak dışarıdaki gerçeklik bu mesajla örtüşmeyince gençlerde kırılma yaşanıyor. Yine de eğitimciler umut vermekten vazgeçmiyor. Çünkü düşünen, vazgeçmeyen gençler bu ülkenin umudu. Öte yandan Türkiye, göçmenlere kapılarını açarak büyük bir sorumluluk üstlendi. Ancak uyum sürecindeki eksiklikler, toplumsal gerilimleri beraberinde getirdi. Avrupa’da göçmenler kurallara uyarken, Türkiye’de kuralsızlık algısı bazı olumsuz davranışları normalleştirdi. Bu durum sosyal dokuyu zedeledi, özellikle gençlerde rahatsızlık yarattı. Bu tepkiler sadece yabancı karşıtlığı değil; aynı zamanda toplumun kendi kimliğini ve değerlerini koruma refleksi olarak da değerlendirilmeli. Gençlerin bu rahatsızlığını anlamak, onları dinlemek ve çözüm üretmek; siyasetin, toplumun ve hepimizin temel sorumluluğu. Demokrasi, özgür iradeyle pekiştiğinde ve eğitimle beslenip derinleştiğinde anlam kazanır.”

Riskli Ama Değerli Bir Yatırım ‘Aşk’

Toplumsal meselelere, ekonomiye ve gençliğe dair düşüncelerini büyük bir açıklıkla paylaşan Prof. Dr. Emre Alkin, yalnızca akademik bir figür değil; aynı zamanda hayata karşı duruşuyla da dikkat çeken bir isim. Bu nedenle sohbetin sonunda konuyu biraz daha kişisel bir alana taşıyor ve kendisine “Rakamlarla bu kadar iç içe bir hayatınız var. Şimdi denklemin içine ‘evlilik’ gibi duygusal bir değişken de eklendi. Bu yeni formülü nasıl çözüyorsunuz? Matematiksel mi yaklaşıyorsunuz, yoksa kalbin kuralları daha mı baskın? Sizce aşk, öngörülebilir bir denklem mi?” diye soruyoruz. Yanıt verirken duygularla aklı birleştiren bir üslupla konuşan Alkin, aşkı rakamlarla değil, sezgilerle çözmeye çalıştığını ifade ediyor. “Aşkı anlamak için varlıklardan çok yokluklara bakmak gerekir. Çünkü hayat genelde bir alışveriş ama aşk, veriş ve alış. Bu fark her şeyi değiştirir, diyerek başlıyor sözlerine. Aşkın sahip olmak değil, kabul etmek olduğunu vurgulayan Alkin, “Halil Cibran’ın çok anlamlı bir sözü var: “Hissedilmeden söylenen ile hissedilip söylenmeyen arasında kalır aşk.” Kalpten gelen bir söze karşılık almak güzel olur ama alınamaması da aşkı küçültmez. Aşk benim olsun diyen bir duygu değil; ‘olduğu gibi’ kabul hâli. ‘Benim’ dediğiniz anda ihtirasa dönüşür. Aşk incitmez; kıskançlık, kibir ve gurur incitir. Aşkın matematiği olmaz. Eğer biri size ‘hayır’ dediğinde hemen başka birine yöneliyorsanız, bu aşk değil” diyor Prof. Dr. Emre Alkin. Ona göre aşk, sabır ve istikrar isteyen bir yolculuk. Keykavus’un Kabusname adlı eserinden yaptığı alıntıyla bu duygunun doğasını şöyle tarif ediyor: “‘Uzaktayken hasretten, yanındayken hasretin ihtimalinden yanarsın.’ Gerçek sevenler, bir pergelin iki ucu gibidir, yeter ki araya kibir ya da kırgınlık girmesin. Aşkın en zor yanı, sevilmemek değil; sizi seven birine aynı duyguyu hissedememek. Karşılıksız aşk zor olabilir ama asıl zor olan, sevmediğiniz birinin sevgisiyle yaşamaya çalışmak. Pir Sultan Aptal’ın söylediği gibi: “Güzel, aşkın cevrini çekemezsin demedin mi?” Aşk, rıza işidir. Zorla olmaz. Kalpten gelen duygular, karşılık beklenmeden yaşandığında anlam kazanır. Benim için aşk, öngörülebilir bir denklem değil. Risklidir ama aynı zamanda çok değerli bir yatırımdır. Eğer karşınızdaki kişi doğru kişiyse, zamanla her şeyin anlam kazandığını görürsünüz.”

Aşkın Matematiği Yok, Kelamı Var

“Aşk plansız ortaya çıkar. Ne zaman, nerede karşınıza çıkacağını asla bilemezsiniz. Bazen hiç ummadığınız bir anda, hiç tahmin etmediğiniz bir yerden gelir. Eğer gerçekten seviyorsanız, o kişinin sizinle veya siz olmadan mutlu olması önem kazanır. Tekrar edeyim: Siz olmadan da mutlu olabiliyorsa, önünde durmamalısınız. Seven insan, sevdiğinin iyiliğini ister. Başkalarının canını acıtarak kurulan ilişkilerden kalıcı ve temiz bir mutluluk çıkmaz. Unutmayın, mutlu aşkların romanı yazılmaz. Çünkü gerçekten mutlu olan insanlar aşklarını gösterişli bir şekilde yaşamaz, anlatmazlar. Sosyal medyada sıkça gördüğümüz “canım eşim, hayatımın aşkı” gibi paylaşımların ardında bazen samimiyet değil, gösteriş ve başka niyetler olabilir. Ben bu tür ifadelere zaman zaman şakayla karışık ‘şeytan kovma duaları’ diyorum. Aşk, gösterilmek için değil, hissedilmek için yaşanır. Eşinize duyduğunuz sevgiyi içtenlikle ifade ediyorsanız, bu samimiyet saygı görür. Ama bunu başkalarına mesaj vermek için yapıyorsanız, o zaman gerçek anlamını yitirir. Kalpten geliyorsa, hissettirmekten çekinmeyin ama gösterişe de dönüştürmeyin. Ben örneğin eşim Hande Hanım’a sevgimi her fırsatta dile getiririm. Neden getirmeyeyim? Aşk böyle bir şey. Yaşın, zamanın, önemi yok. Ayaklarınızı yerden kesen hali de güzel, sizi toprağa sağlam bastıran hali de…Her yaşta, her dönemde olabilir. Yeter ki gönlünüz açık olsun. Aşk, netlik ister. Gerçek bir âşık “belki” diyerek söze başlamaz. Kelam kıymetlidir. Doğru yerde doğru şekilde söylenen söz, doğru bir sonuç getirir. Ama dolaylı, muğlak ifadelerle konuşuluyorsa zaten olmayacak. Bazen diyorum ki: Ekonomiden daha iyi konuşuyorum galiba aşk hakkında!”

Dergimiz her ayın ilk haftası Türk Telekom Dergilik, D&R, Remzi Kitabevi ve tüm seçkin marketlerde…