“Çile Bülbülüm Çile” sergisiyle izleyicileriyle buluşan psikoterapist, yazar, ressam olan Cem Mumcu ile Beyoğlu Sanat Galerisi’nde açılışı gerçekleşen solo sergisinin detaylarını ve hayata dair düşüncelerini konuştuğumuz özel bir söyleşi gerçekleştirdik.
Cem Mumcu… Trabzon’un Akçaabat ilçesinde doğmuş, Türkiye’nin hemen hemen bütün kültürlerine şahitlik etmiş ve bu kültürlerin her birinden izler taşıyan biri. Mumcu, baba mesleği olan psikoterapistliği hayatında var ederken aynı zamanda yazarlık ve ressamlık alanlarında da adından söz ettiriyor. Sanatçı, hayata olan bakış açısı, derinliği, hakikat arayışı ve insana gösterdiği özen ile hayatımıza dokunuyor ve yeni ufuklar açıyor. Yeni solo sergisi olan ‘’Çile Bülbülüm Çile’’ sergiside bu söylediklerimize adeta bir kanıt niteliği barındırıyor ve bizleri gizemli bir yolculuğa çıkarıyor. Gentleman olarak bu ay Cem Mumcu ile İstiklal Sanat Galerisi’nde biraraya geldik ve merak ettiklerimizi sorduk.

Gentleman: Çok yönlülüğünüzle ön plana çıkıyorsunuz, Cem Bey. Yazar, ressam, psikoterapist, eş, arkadaş gibi birçok kimliği barındırıyorsunuz. Bizde bu kadar çok yönlü birinin nasıl bir çocukluk geçirdiğini merak ediyoruz haliyle.. Nasıl bir çocukluk yaşadınız?
Cem Mumcu: Tahmin edildiği gibi, çok özel bir çocukluk geçirmedim, birçok farklı yerde yaşadım. Trabzon’un Akçaabat ilçesinin deniz kenarındaki bir köyünde doğdum. Eski Türk filmlerinde olur ya, elektrik yoktur, su yoktur, ebeyle doğum yapılır, gaz ocağıyla doğum gerçekleşir… İşte benim doğumum da öyleydi. Bir yıl Maçka’da yaşadıktan sonra, Kırklareli’nin Demirköy ilçesine taşındık. “Beyaz Türk” falan derler ya, hiç değilimdir. İlkokulu Erzurum’da bitirdim. Bu kadar sık taşınmamızın sebebi babamın mesleğiydi. Babam psikiyatrist, annem ise öğretmendi. Çocukluğum çok farklı yerlerde geçti ama genel anlamda şunu söyleyebilirim: Ben bir bibliyomanın oğluyum. Yüz binlerce cilt kitabın içinde büyüdüm; kütüphane gibi, sürekli kitabın olduğu bir hayatım oldu. Annem ve babam tam anlamıyla birer kitap manyağıydı. Çocukluğumun bu yönü fazlasıyla öne çıkan, hatta belki biraz fazla baskın olan bir tarafıydı.
G: “Çile Bülbülüm Çile” sergisine gelecek olursak, serginin hikayesini, nasıl ortaya çıktığını ve yaratım pratiklerini öğrenebilir miyiz?
C.M.: Ben o dönemde, o süreç içinde ne yaşıyorsam, insanlar ne yaşıyorsa, içinde bulunduğum hâl, toplum, ülke koşulları, duygular… Ne varsa aslında onu yapıyorum. Bir savaşta olsaydım, burada ona dair bir şeyler çıkardı. Şimdi başka meselelerimiz var, o meseleler benden böyle çıkıyor. İçimden geçmeyen, zihinsel kararlarla iş yapan biri değilim; illa içimden geçecek. Mutlaka bir meselem olmalı. Bu dönemin dertleri de birazcık böyle inhibition (bastırma) ve exhibition (sergileme) arasında. Inhibition bir sonuç, bastırma, engellenme. Hem bireysel hem toplumsal olarak, bütün bu inhibition’ın yarattığı dışarı eksikliğini sergiliyorum. Aslında bunu Türkçeye çevirelim dedi, küratörüm Derya Yücel. Dedim ki, “Bu Türkçeye çevrilince hiç olmuyor.” Ama bunu Türkçe söylemenin bir yolunu bulurum ben, dedim. Son üç gün kala aradım ve dedim ki, “Çile Bülbülüm Çile.” Çünkü çilemek, bülbüle öt demek, çakı (şakı) demek, yani ifade etmek demek.

G: Peki, eserlerin oluşum süreci ve hazırlanma süreci ne kadar bir zaman aldı?
C.M.: Bu sergideki işlerin önemli bir kısmı son 3 yılın, ama burada 10 yıllık işler de var. Paris’te yaptığım işler de var. Küratör Derya Hanım eserleri seçti ve elemeden geçirdi.
G: Serginizin konusu olan dışa vurduklarımız ve bastırdıklarımızla ile ilgili, bir izleyici olarak bazı eserlerden rahatsız olduğumu, içimde farklı duygular uyandırdığını söylemek isterim. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?
C.M.: “Çok sevindim” derim. Şöyle düşünelim. Örneğin, Sevgililer Günü deyince aklına dümdüz pembe kalp gelir. Bana göre o aslında çirkin bir şeydir. Benim amacım sadece gülümsetecek, beğenilecek işler yapmak değil. Zaten yazdıklarımda da, resimlerimde de genellikle böyle bir bıçak gibi kazmaya çalışırım o duyguları. Onun için, çok beğenmek kadar, beğenmemek, sinir olmak, öfkelenmek, rahatsız olmak, hem rahatsız olup hem başında kalmaya devam etmek gibi bir sürü duyguyu harekete geçirmesi benim için çok sevindirici.
G: Bakmak ile görmek arasında büyük bir fark olduğuna inananlardanım. Serginin ziyaretçilerini gözlemlerken, onların duyguları, görebildikleri ve deneyimleri hakkında neler söyleyebilirsiniz ?
C.M.: Bir keresinde, yıllar önce, İstanbul Film Festivali zamanı Emek Sineması’nda çok acayip bir film izlemiştim: Köprü Üstü Aşıkları. Leos Carax’ın bir filmidir o. Filmden çıktım, elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemiyorum. Kendimi bir duvara yasladım, duruyorum. Ama içimde bir sürü şey oluyor tüylerim diken diken, kavrulmuş gibiyim. Arkadaşım geldi, “Yönetmenin kamerayı nereye koyduğunu gördün mü?” dedi. Bilemedim tabii. Evet, onu da konuşacağız, sinematografik olarak da bakacağız olaya.Yönetmenin kamerayı hangi açıyla, nasıl kullandığı… Yalnız ben o an orada değilim. İyi bir sanat eserinin bu konuyu önceliklendirmesi gerektiğine inanırım. Sonra zaten işin uzmanları, sanat eleştirmenleri falan ayrıca bir şeyler söyleyebilir. Ama asıl mesele şu: Bu iş bizde ne bıraktı ?
G: Çok katmanlı, yoğun, acı, sevgi, öfke, çaresizlik; kısacası duygu yüklü ve hayatın içinden bir sergi “Çile Bülbülüm Çile”. Hayatın içinden, biraz da bu toprakları anlatıyor gibi… Sahiden, etkilendiniz mi eserlerinizi oluştururken coğrafi faktörler ve şartlardan?
C.M.: İçinde bulunduğumuz hâl, bu sergide çok fazlasıyla var. Benim bireysel olarak yaşadıklarım da tabii ki, mesleğim ve insanlarla ilişkimden dolayı çok fazla insanın duygularını ve ruhsal durumunu da biliyorum. Bu, çok etkiledi; etkilememesi mümkün değil.
G: Bu etkiyle birlikte, eserlerinizi yaratırken psikoterapist kimliğinizi ortaya koyuyor musunuz? Örneğin, eserlerinizin benlik algısı üzerinde iyileştirici ya da dönüştürücü bir tarafı var mı sizce?
C.M.: Hiç öyle bir amacım yok, ama iyi bir edebiyat eserinde, iyi bir romanda, iyi bir resimde insanoğlu için zihinsel ve ruhsal anlamda çok fazla şifa ve tekâmül vardır tabii. İyi eserler her zaman buna yol açarlar. Bazen bunu rahatsız ederek yaparlar. Anti-ütopyaları, distopyaları okursan -Zamyatin’in Biz’ini, George Orwell’in 1984’ünü- o distopik dünyayı görürsen, belki de o dünyaya düşmemek için daha kudretli, daha korkusuz yaşarsın. İyi bir eserden çok şey öğrenirsin, hissedersin.
G: Cem Bey, estetik ve güzellik konularına önem verdiğinizi biliyoruz. Bu estetik anlayışınızın neleri kapsadığına dair sizi dinlemek isterim. Nedir sizce estetik olmak, estetik olma anlayışı nasıl gelişir bir insanda?
C.M.: Bu geniş bir soru gerçekten, “mış gibi” olan her şey aslında non-estetiktir. Bunu daha önce de söylemiştim. Mesela, bir keresinde bana “Kim seksidir?” diye sormuşlardı sanıyorum Serdar Turgut’tu. Bence meşgul olan insan seksidir. Hâliyle, durumu ve işiyle meşgul olan insan. Ne yapıyorsa, onu gerçekten yapan insan seksidir. Ama karizmatik olmaya çalışan insan karizmatik olmaz; çünkü karizma, karizmatik olmaya çalışmayan adamın veya kadının hâlidir. “Mış gibi” yapan her şey non-estetiğe, yani kiçe düşmeye meyillidir. Bu yüzden, eğer bir masa “masalığını” yapmıyorsa, kiçleşir. Ne yapıyorsa, hangi duyguyla yapıldıysa, hangi meselesi varsa, ancak o meselenin içinde oldukça estetikleşir; yoksa non-estetik hâle gelir. En estetik şey nedir mesela? Aslında doğadır. Çünkü doğa hiç “mış gibi” yapmaz. Ama “Bir orman mı daha estetiktir, yoksa aşırı peyzajlanmış bir yer mi?” dersen, orman daha estetiktir. İzlanda’da bir denize giderseniz, simsiyah dalgalar çok estetiktir. Ama bilmem nereden getirilen bilmem ne kumu, Bodrum’daki bir otelin beach’ine döküldüğünde, işte o non-estetiktir.
İyi olmuşluk,
hiçbir zaman olmamışlığı
fark etmekle olur.
G: Kişilerin şuanda kalması, bunu keşfetme süreci, kendini bulma yolculuğu ömür boyu sürer mi, yoksa bu gelişim bir yaşa bağlı mıdır?
C.M.: Sürer ve sürmelidir. Ben tamamlanmış bir insan görmedim, göreceğimi de sanmıyorum. Zaten tamamlandığımı hissettiğim an, narsistçe ve saçma bir yere düşmüşümdür. Birisi sana “Ben okeyim, tamamlandım” diyorsa, bu narsistik bir salaklıktır, hiç olmamışlıktır. İyi olmuşluk, hiçbir zaman olmamışlığı fark etmekle olur.
G: Bir kişinin sağlıklı bir zihin ve dengeli bir ruh haliyle hayatını devam ettirebilmesi için hangi koşullar, hangi ortam sağlanmalı?
C.M.: İlişkiler… İnsanı delirten de, insanı sağlıklı kılan da içinde bulunduğu ilişkiler. Anne-baba çok önemli, aile çok önemli bu anlamda. İçinde bulunduğumuz toplum çok önemli. Bağ kurduğumuz insanlar çok önemli. Bağımlılık dediğin şey çoğunlukla aslında iyi bağ kuramayan insanların yaşadığı bir durum. Ve biz şu anda bununla ilgili sorunlar yaşıyoruz. Kimse kimseyle net bir bağ kurmuyor.
G: Sizi, size sorsak Cem Mumcu kimdir?
C.M.: İnsanın kendisini böyle tarif etmesi çok zor. Hakkıyla yaşayıp güzel ölmek isteyen bir insanım. Ölürken “Allah kahretsin!” demek değil, “Çok iyiydi ya!” diyebilmek isteyen… Kimliklere sığdırmıyorum kendimi, “Yazarım, ressamım, psikoterapistim.” diye tanımlamıyorum, bunların hepsi bizi daraltır. O yüzden benim bir lafım var ya: Sandığınız değilim. Sandığınız hiçbir şey değilim. Sandıkta değilim. İnsan kendinden zehirlenir. Benim bir tane TED konuşmam var, sahneye çıkıyorum ve ilk söylediğim şey, “Sizi kendinizden kurtarmaya geldim.” İnsan kendi kendisiyle zehirlenir.
Sandığınız değilim,
Sandığınız hiçbir şey değilim,
Sandıkta değilim.