Mimarlığı sadece yapı değil, bir yaşam senaryosu olarak gören Serdar Ekizer, Aydın Yatırım Grup tarafından hayata geçirilen Inventum projesiyle sessiz lüksü, doğayla uyumu ve kentle kurulan güçlü ilişkiyi zarif bir bütünlük içinde yeniden tanımlıyor. Konya’nın yatay coğrafyasında, sakin ama derinlikli bir yaşam kültürü inşa eden projede, çağdaş kent yaşamına incelikli bir mimari yanıt sunuyor.
Bir yapıyı sadece fiziksel bir kütle olarak değil, insan yaşamına dair derin bir anlatı olarak ele almak… Mimar Serdar Ekizer’in Inventum projesindeki yaklaşımı tam da bu noktada şekilleniyor. Konya’nın yatay ve geniş coğrafyasında, sessiz ama etkileyici bir mekânsal dil arayışıyla yola çıkan bu proje, yenilikçi anlayış benimseyen mimarlığın sadece estetik değil, yaşam kültürüne yön veren bir alan olduğunu güçlü biçimde ortaya koyuyor. Gentleman olarak mimar Serdar Ekizer ile gerçekleştirdiğimiz bu özel söyleşide, Inventum’un mimari ruhunu, kentle ve doğayla kurduğu bağı, ‘sessiz lüks’ kavramına getirdiği yorumları ve geleceğin şehirlerine dair vizyonunu detaylarıyla konuştuk.

Gentleman: Bir yapının ruhunu oluştururken önceliğiniz mekânın geçmişi mi, geleceği mi olur?
Serdar Ekizer: Bir yapının ruhunu oluştururken bizim için geçmiş ve gelecek birbirinden bağımsız iki kutup değil, birbiriyle doğal bağlar kurabilen bir bütün olarak değerlendirilir. Inventum projesine başlarken, yerin dinamik birikimini ve sosyal dokusunu çözümlemek bizim için öncelikliydi. Bu noktada, proje alanının hem fiziksel verilerini hem de sosyal dinamiklerini dikkate alarak geniş çapta analizler yaptık. Araç ve yaya ulaşımından, sosyal etkileşim noktalarına; kamusal alan sürekliliğinden, ticari ve konut yerleşimi kararlarına kadar pek çok başlıkta geleceğe dair vizyonumuzu, yerin bugünü ve geçmişi üzerinden inşa ettik. Bu yaklaşım sayesinde hem yerle barışık hem de ileriye dönük bir mimari kurguyu hayata geçirme imkanı bulduk.
G: Konya gibi düz ve geniş bir coğrafyada, mekânsal hiyerarşi yaratmak sizin için nasıl bir mimari mücadeleydi?
S.E:Konya gibi yatay gelişen ve düzlemi baskın bir coğrafya içinde anlamlı bir mekânsal hiyerarşi oluşturmak, klasik mimari formasyonları yeniden sorgulatan önemli bir tasarım problemi olarak karşımıza çıktı. Bu coğrafya, doğanın kendiliğinden verdiği yönlenme, kod farkı ya da silüet avantajlarından mahrum olduğu için, bizim çözümlerimizi daha bilinçli ve sistematik bir tasarım sürecine oturtmamız gerekti. Bu nedenle tasarımın ilk aşamasında, yaya ve araç akslarını, sosyal omurgaları, rekreatif alan bağlantılarını detaylı analizlerle belirledik. Konut bloklarının çeperde konumlandırılması, iç bahçenin bir odak noktaya dönüşmesi, yüksekliklerin silüet etkisiyle dengelenmesi bu analizlerin ürünü olarak gelişti. Böylece düz bir zemin üzerinde farklı fonksiyonların birbiriyle konuştuğu, mekânsal gerilimleri ve çekim noktalarını bilinçli olarak oluşturduğumuz bir hiyerarşi kurabildik.
G: Günümüz kentlerinde ‘sessiz’ mimariden söz etmek mümkün mü hâlâ?
S.E: Elbette mümkün ve hatta gerekli. Güncel mimarlık pratiği çoğu zaman gösteri, abartı ve farklılık üzerinden ilerliyor. Ancak biz inanıyoruz ki bir yapının sessizliği, onun yalın, zamansız ve kullanıcıyla bağ kurabilen yanından gelir. Inventum bu anlamda kent içinde doğayla, insanla ve sosyal yaşamla uyumlu, ama kendini zorlamadan ifade eden bir proje olarak öne çıkıyor. Malzeme tercihleri, hacimsel sadeleşme, fonksiyonlar arasındaki akışkan geçişler, sessiz ama etkili bir mimari dili destekliyor. Sessizlik burada bir geri çekiliş değil; aksine, yapının kentin hızına karşı bilinçli bir duruş sergilemesi anlamına geliyor.

G: Sizce doğayla mimarlık arasında sezgisel bir ilişki mi, hesaplanmış bir uyum mu olmalı?
S.E: Doğayla mimarlık arasındaki ilişki benim için hem sezgisel bir duyarlılık hem de bilimsel verilerle desteklenmiş rasyonel bir kurgunun birlikteliğidir. Inventum projesinde bu dengenin izlerini her aşamada görebilirsiniz. Örneğin, yapıların yerleşimi ideal güneş açılarına göre belirlenirken, aynı zamanda içgüdüsel olarak kullanıcının doğaya en yakın hissettiği alanlar da kurgulandı. Rüzgar yönleri, mikro iklim yaratma stratejileri, yeşil alan sürekliliği gibi unsurlar tasarımın bilimsel boyutunu oluştururken; iç bahçenin insanları bir araya getiren, dinlendiren, doğayla temas ettiren etkisi ise sezgisel boyutunu ortaya koydu.
G: Mimarlığın geleceğinde insan elinin yeri azalacak mı?
S.E: Teknoloji her geçen gün tasarım süreçlerini dönüştürüyor; yapay zeka, otomasyon ve parametrik tasarım gibi araçlar artık mimarlığın ayrılmaz bir parçası. Ancak ben insan elinin, özellikle sezgi, duygu ve mekânsal empati noktasında hiçbir zaman tamamen geri çekileceğine inanmıyorum. Inventum gibi projelerdeki kullanıcı deneyimini, çevreyle kurulan duygusal ilişkiyi, sessiz detayların insan ruhuna dokunma biçimini hâlâ ancak insan eli ve zihni oluşturabiliyor. Teknoloji, insan elini azaltmak yerine onun yeteneklerini genişleten bir yardımcı olarak görülmeli.
G: Inventum, sadece bir yaşam alanı değil aynı zamanda bir yaşam tarzı önerisi gibi duruyor. Sizce bu proje nasıl bir yaşam kültürünü davet ediyor?
S.E: Inventum’da önerdiğimiz yaşam kültürü; doğayla iç içe, sakin ama sosyal, bireysel alanların mahremiyetini korurken ortak alanlarda etkileşimi teşvik eden bir denge üzerine kurulu. Fonksiyonların birbirinden keskin sınırlarla ayrışmadığı, konut, ticaret ve sosyal alanların akışkan biçimde harmanlandığı bir kurguyla kullanıcıya sadece mekân değil, bir yaşam biçimi sunuyoruz. Yeşil alan yoğunluğu, açık spor alanları, sosyal donatılar ve kültür-sanat mekanlarıyla, gündelik hayatı zenginleştiren ve aidiyet hissi yaratan bir kent parçası tasarladık.
G: Kentleşmenin gidişatını nasıl yorumluyorsunuz? Türkiye’de şehirler sizce mimari anlamda doğru yolda mı ilerliyor?
S.E: Türkiye’de şehirleşme ne yazık ki çoğunlukla kısa vadeli ihtiyaçlar ve ekonomik kaygılarla şekilleniyor. Bu nedenle uzun soluklu mekânsal kalite, kamusal alan bütünlüğü ve kullanıcı deneyimi çoğu zaman geri planda kalıyor. Ancak bunun yanında umut verici projeler ve kent ölçeğinde düşünen vizyoner yaklaşımlar da var. Inventum gibi projelerin bu anlamda yeni bir yön arayışına katkı sunduğunu düşünüyorum. Planlama ve mimari arasında kurulan bütüncül ilişki, kentsel yaşama dair daha sürdürülebilir ve kaliteli çözümler üretmenin kapısını aralıyor.
G: Geleceğin şehirlerinde sizi en çok heyecanlandıran fikir nedir? Akıllı yapılar, yeşil S.E: mimari, dikey şehirleşme gibi trendler arasında sizin tercihiniz ne olurdu?
S.E: Benim için en heyecan verici yaklaşım, doğayla uyumlu ama teknolojiden kopmayan bir tasarım dilinin yakalanması. Yeşil mimari, yalnızca çevreci olmakla kalmaz, aynı zamanda yaşam kalitesini artıran ve kullanıcıyla doğa arasında güçlü bağlar kuran bir yaklaşımdır. Akıllı yapılar ve sürdürülebilir malzeme teknolojileri de bu dili destekler. Inventum’da da bu ilkeyi temel aldık: doğaya saygılı, kullanıcıya duyarlı ve çağın gerekliliklerini karşılayan bir yaşam modeli sunmak.
G: “Ayrıcalıklı yaşam” kavramı sizin için ne ifade ediyor? Lüksü sadece estetikte değil, yaşam deneyiminde nasıl yeniden tanımlıyorsunuz?
S.E: Ayrıcalıklı yaşam benim için sadece maddi göstergelere ya da estetik imajlara indirgenemez. Asıl ayrıcalık; gün ışığını alabilmek, sessiz bir iç avluda vakit geçirebilmek, çocuğun güvenle oyun oynayabileceği bir açık alana sahip olmaktır. Inventum’da lüksü; nitelikli dış mekanlar, konfor, doğayla temas, kaliteli malzeme ve iyi düşünülmüş mekânsal kurgu ile tanımlıyoruz. Gösterişli olmayan ama nitelikli detayları olan, kullanıcının hayatına değer katan bir yaşam deneyimi tasarladık.
G: Mimarlık sizin için sadece yapı tasarımı mı, yoksa bir yaşam senaryosu mu? İnsan davranışlarını, alışkanlıklarını, duygularını ne kadar merkeze alıyorsunuz?
S.E: Mimarlık benim için her zaman bir yaşam senaryosu olmuştur. İnsanların bir mekanı nasıl kullandığı, orada nasıl hissettiği, mekânla ne tür bağlar kurduğu benim için birincil önemdedir. Tasarımın ilk anından itibaren kullanıcı davranışları, sosyal etkileşim biçimleri, konfor beklentileri ve gündelik yaşam döngüleri projeye yön verir. Inventum da bu yaklaşımın bir ürünü olarak, kullanıcı merkezli bir mekânsal hikâye kurgusuyla şekillendi.
G: Inventum’u tasarlarken yola hangi duygu veya fikirle çıktınız? Bu projeyi farklı kılan mimari düşünce neydi?
S.E: Inventum’u tasarlarken ana motivasyonumuz; çok işlevli ama geçirgen, sosyal ama sakin, doğal ama çağdaş bir yaşam alanı kurgulamaktı. Farklı kullanıcı profillerine hitap eden, kentle güçlü ilişkiler kurabilen ve aynı zamanda bireysel deneyimi de önemseyen bir yapı dizisi oluşturduk. Fonksiyonlar arası keskin sınırlar yerine geçirgen geçişler kurguladık. Bu da projeyi sıradan konut ve ticaret yapılarından ayıran, güçlü bir kentsel karaktere sahip bütünsel bir öneriye dönüştürdü.
G: Inventum, “sessiz lüks” anlayışının bir yansıması mı?
S.E: Evet, kesinlikle. Sessiz lüks; gösterişten uzak ama detaylarında yüksek nitelik taşıyan, kullanıcının hayatına görünmeden dokunan bir yaklaşımdır. Inventum’da bu anlayışı; doğal malzeme tercihleri, peyzajla bütünleşen yaşam alanları, kontrollü yaya dolaşımı, mahremiyetli konut ilişkileri ve sosyal donatı zenginliği ile yansıttık. Lüksün yeniden tanımlandığı bir dönemde, biz bu projede sessizliğin estetikle buluştuğu bir deneyim sunmayı hedefledik.
G: Mimar olarak bu projede sizi en çok tatmin eden detay hangisiydi? “İşte burada bir hikâye yarattık” dediğiniz özel bir nokta var mı?
S.E: Beni en çok tatmin eden kısım, iç bahçe etrafında şekillenen geçirgen yapı kurgusu oldu. Bu bahçe yalnızca bir peyzaj unsuru değil; projede sosyal etkileşimi, görsel sürekliliği, mikro iklimi ve yaşam deneyimini aynı anda şekillendiren merkezî bir alan. İnsanların günün farklı saatlerinde bu alanda zaman geçirdiğini, çocukların oynadığını, komşuların selamlaştığını hayal etmek değil, bunu mimariyle mümkün kılmak bizim için en büyük tatmin kaynağı oldu. İşte o anda bir yapıdan fazlasını, bir yaşam hikâyesini kurduğumuzu hissettik.