Matematiksel düşünceyle sinemayı buluşturan yönetmen Serkan Aktaş hayal gücünü ve akademik birikimini kullanarak izleyiciyi derin bir duygusal yolculuğa çıkarıyor. Bu yolculuğun detaylarını ve Serkan Aktaş’ın profesyonel kariyerini kendisinden dinledik.
Gentleman: Serkan Bey, akademik geçmişiniz oldukça etkileyici. İşletme ve İngilizce Matematik eğitimi aldıktan sonra sinema alanında kariyer yapmaya nasıl karar verdiniz?
S.A: Benim için sinemaya adım atmak, tamamen hayallerimin peşinden gitmekle ilgili bir karardı. Üniversite yıllarında, özellikle Matematik bölümündeki eğitimim sırasında, soyut matematiğin dünyasında derinleşirken yazarlık yeteneğimi de keşfettim. Sınırların dışına çıkmak ve hayal kurmak her zaman en sevdiğim şeydi, bu yüzden sinema ve yazarlık, benim için en büyük hedeflerdi. Matematik bölümünde öğrendiğim soyut matematik, hayal gücümü ve yazarlığımı geliştirmemde önemli bir rol oynadı. Fantazi ve bilim kurgu sinemasına olan ilgim, matematiksel bakış açısıyla daha derin, özgün ve katmanlı hikayeler yaratmamı sağladı. O yüzden üniversiteyi bitirdikten sonra hayallerimin peşinden gitmeye karar verdim ve bu, sinema alanına yönelmeme vesile oldu.

G: Türkiye’nin en çok ödül kazanan sinemacısı olarak 215 uluslararası ödül aldınız. Bu başarıyı neye borçlusunuz?
S.A: 215 uluslararası ödül, benim için sadece bir rakam değil, bir yolculuğun, azmin, sabrın ve sadakatin ürünüdür. Başarının sırrı, bu üç temel değerle şekillendi. Sinema, benim için her zaman bir duygu işi olmuştur. Bir filmi izleyen kişinin, o filmi izlerken ne hissettiği, verdiği tepki her şeyin önündedir. Anlatmak yerine, hissettirmek önemli olan. Mevlana’nın dediği gibi, “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır.” Sinema, bir dil değil, bir duygudur. Ben de filmlerimde, bu duyguyu izleyicilere en derin şekilde aktarmayı hedefledim. Her ödül, bir anlamda izlediğim bu yolun ve paylaştığım duygunun doğru olduğunu gösteriyor.
G: Beykent Üniversitesi’nde Sinema-TV alanında önce Yüksek Lisans, ardından Doktora yaptınız. Akademik eğitiminizin filmlerinize nasıl bir katkısı oldu?
S.A: Beykent Üniversitesi’ndeki Sinema-TV alanındaki Yüksek Lisans ve Sanatta Yeterlik/Doktora eğitimim, filmlerimi şekillendiren en önemli etkenlerden biri oldu. Sinema, sadece bir sanat dalı değil, aynı zamanda bir bilim ve bir disiplindir. Akademik eğitimim, teknik ve teorik bakış açımı geliştirerek sinemaya olan yaklaşımımı derinleştirdi. Özellikle film teorileri, sinematografi teknikleri ve anlatı yapıları konularındaki bilgilerim, benim için çok kıymetli oldu. Ayrıca, akademik alandaki derinlemesine analizler ve eleştiriler, filmlerime daha geniş bir perspektiften bakmamı sağladı. Bu eğitim bana, sinemanın sadece yaratıcı bir süreç olmadığını, aynı zamanda bir düşünme, sorgulama ve analiz etme biçimi olduğunu öğretti. Filmlerimi yaparken, öğrendiğim bu derinlikli yaklaşımı kullanarak, izleyicinin sadece bir hikaye izlemesini değil, aynı zamanda bir deneyim yaşamasını amaçladım.

G: İstanbul Sinema Akademisi’nde aldığınız bir yıllık eğitimin kariyerinizde nasıl bir etkisi oldu?
S.A: Matematik bölümünü bitirdikten sonra sinemaya olan tutkumla hayallerimin peşinden gitmeye karar verdim. Ancak sinema alanındaki eksiklerimi görmek, yeniden lisans eğitimi almanın mümkün olmadığını fark ettim. Beykent Üniversitesi Yüksek Lisans mülakatında, “Matematikçi ve işletmecisin, nasıl aynı dili konuşacağız?” sorusuna, “Sinema benim hayalim ve yazmak benim yeteneğim. Sinemaya olan ilgimi geliştirecek, eksiklerimi tamamlayacağım,” diye yanıt verdim. İstanbul Sinema Akademisi’ndeki 1 yıllık sertifikalı eğitimim, teknik ve teorik derslerle sinemaya olan tutkumla birleşerek büyük katkı sağladı. Sinema okulu, hayallerimi gerçeğe dönüştürmemde önemli bir destek oldu.
G: 2022 yapımı “Kütüphaneci/TheLibrarian” filmi büyük ilgi gördü. Bu filmin hikayesini nasıl ortaya çıkardınız?
S.A: 2022 yapımı Kütüphaneci/The Librarian, Beykent Üniversitesi’ndeki Sanatta Yeterlik/Doktora tez filmim olup, danışmanım Prof. Dr. Oğuz Makal’ın desteğiyle önemli bir yolculuğa çıktım. Film, Martin Scorsese’nin Taksi Driver filmindeki Travis karakterinin yalnızlık ve iletişimsizlik temalarından etkilenerek şekillendi. Metropoldeki yalnızlık ve iletişimsizlik üzerine düşünürken, İstanbul’a göç eden Suriyeli mültecilerin kültürel baskıları da hikayeme ilham verdi. Fatih ilçesinde göçmenlerin yaşam kültürlerini gözlemlerken, kütüphane mekanını seçtim. Filmde, Türkçe, kitap ve dilin gücünü önemseyen entelektüel bir karakter, yalnızlıkla yüzleşip dilin korunmasına dair sorgulamalar yapar. Göçmen kültürlerinin dil sorununa etkisi ve yalnızlaşan bir insanın değerleri savunma çabası, filmin ana temalarını oluşturur. Sonunda, dil ve kültürün savunulması gerektiği, yalnızlıkla kimlik arayışının vurgulandığı bir mesaj verilir.
G: “Aynanın Gizemi/Mirrorty” filmiyle oldukça dikkat çektiniz. Bu film nasıl bir süreçte ortaya çıktı?
S.A: “Aynanın Gizemi/Mirrorty” kısa filmi, Beykent Üniversitesi Yüksek Lisans tez projemdi ve danışmanım Yrd. Doç. Dr. Ekin Gündüz Özdemirci’nin desteğiyle şekillendi. Film, bir arkadaşımın aynalarla ilgili sohbeti sırasında doğan “Aynalar bazı insanları tutsak eder” fikri üzerine kuruldu. Yapım süreci sınırlı bütçeyle zorlu olsa da, bu kısıtlamalar yaratıcı çözümler geliştirmemi sağladı. Ayna sahneleri için özel hazırlıklar yaparak çekimlere başladık, kurgu, renk düzenlemesi ve görsel efektlerle psikolojik gerilim atmosferini güçlendirdik. Filmin yapım sürecinde farklı profesyonellerle çalışma fırsatım oldu ve bu deneyim, sinema teorilerinden faydalanarak hikayeyi psikolojik ve felsefi açıdan derinleştirmemi sağladı. Zorluklara rağmen aldığımız ödüller, sinemaya olan bağlılığımı pekiştirdi.
G: Bilim kurgu ve fantezi sinemasına olan ilginiz filmlerinize nasıl yansıyor?
S.A: Bilim kurgu ve fantezi sinemasına olan ilgim, film yapma sürecimde önemli bir yere sahip. Bu türler, hayal gücümü özgürleştiriyor ve sinemada anlatı sınırlarını zorlamama olanak tanıyor. Gerçek dünya dışındaki konseptler ve farklı evrenlerde geçen hikayeler bana, sıradanın ötesine geçerek izleyiciye hem görsel hem de duygusal olarak farklı bir deneyim sunma fırsatı veriyor. Bu ilgim, özellikle “Aynanın Gizemi/Mirrorty” gibi projelerimde kendini hissettirdi. Ayna ve yansıma gibi soyut temalar, bilim kurgu ve psikolojik gerilimle harmanlanarak, izleyicinin zihninde daha geniş bir perspektif açmayı hedefledim. Bu türlere olan ilgim, yalnızca görsel efekt ve fantastik dünyalarla sınırlı kalmıyor, aynı zamanda evrenin, zamanın ve insan ruhunun derinliklerine inmeyi, insanın içsel dünyasında bir keşfe çıkmayı da içeriyor. Sonuç olarak, bu türlere olan ilgim filmlerimde hep var ve daha fazla projede bu ilgimi daha da derinleştirerek izleyicilere unutulmaz deneyimler sunmayı planlıyorum.
G: 2021 yapımı “Resurrection under the Ocean/Okyanusun Altında Diriliş” filmiyle hangi mesajları vermeyi amaçladınız?
S.A: “Okyanusun Altında Diriliş/Resurrection under the Ocean” filminde, insanın ruhsal ölümünü ve yeniden doğuşunu keşfetmeyi amaçladım. Jung’un olgun insan olma konsepti ve tasavvufun insan-ı kamil anlayışından faydalandım. Okyanus, derinliklere inmek, karanlık tarafları keşfetmek ve içsel çöküşten sonra yeniden doğuşu sembolize eden bir metafor olarak kullanıldı. Filmin karakteri, okyanusun derinliklerinde psikolojik bir ölüm yaşıyor, ancak balinanın sesiyle dirilişi başlıyor. İlk balina sesi ölüm ve yok oluşu, ikinci balina sesi ise dirilişi simgeliyor. Okyanustan çıkmaya başladıkça, karakterin ruhsal çöküşünden sonra yeni bir doğuş başlıyor.
Böylece, ölüm ve dirilişin döngüsü yalnızca fiziksel değil, ruhsal bir anlamda da yeniden şekilleniyor.
Bu sembolik anlatımla, balina sesi ve okyanus, tasavvufun ve Jung’un anlayışındaki ruhsal dönüşümün bir aracı haline geliyor. Filmde görsellik, müzik ve koreografi bir arada harmanlanarak izleyiciye sadece görsel değil, aynı zamanda duygusal bir yolculuk sunmayı amaçladım.
Verilmek istenen mesaj, kişinin zor zamanlardan, karanlık dönemlerden geçerek, kendi içsel dirilişini bulabileceği ve bunun sadece fiziksel değil, ruhsal bir süreç olduğu. Bu, bireyin kendini bulması, olgunlaşması ve hayatla yeniden barışması anlamına geliyor. Ayrıca, filmde gelenekten yararlanırken, biçimsel olarak farklı ve benzersiz bir dil kullanarak sinemayı yeniden şekillendirmeyi amaçladım.
Sonuç olarak, “Okyanusun Altında Diriliş” bir içsel keşif ve yeniden doğuş hikayesi; bir yolculuk.
G: Sinema dışında, soyut matematik, fraktal ve kuantum mekaniği gibi konulara ilgi duyuyorsunuz. Bu alanlardaki ilginiz, filmlerinizi nasıl etkiliyor?
S.A: Soyut matematik, fraktallar ve kuantum mekaniği gibi alanlar, sinemaya olan ilgimi besleyerek anlatı ve görsel dili derinleştiriyor. Fraktalların yapısal özellikleri, filmimdeki derinlikli anlatıları kurgulamama yardımcı olmuştur. Özellikle “Okyanusun Altında Diriliş” filmimde, okyanus ve balina sesiyle ölüm ve diriliş temalarını işlerken, fraktalların sürekli tekrar eden yapısını kullandım. Filmin karakteri, tıpkı bir fraktal gibi, sürekli bir dönüşüm sürecine giriyor. Aynı şekilde, Being John Malkovich ve Groundhog Day gibi filmler de soyut düşünme tarzını sinemaya yansıtarak, felsefi soruları işler. Dark City ve Pitch Black gibi bilim kurgu filmleri ise, kuantum mekaniği gibi soyut teorileri insan algısına etkisiyle birleştiriyor. Soyut matematik ve kuantum mekaniği gibi alanlar, sinemadaki anlatım biçimimi şekillendirirken, izleyicilere zengin bir deneyim sunmayı amaçlıyorum.
G: Yazarlık tarafınıza gelirsek, “Kütüphaneci” ve “Aynanın Gizemi” kitaplarını kaleme aldınız. Kitaplarınızın filmlerinizle nasıl bir bağı var?
S.A: Yazarlık ve sinemaya olan tutkum paralel olarak gelişti. “Kütüphaneci” ve “Aynanın Gizemi” kitapları, senaryolarımın genişletilmiş hali olarak doğdu. Bu kitaplar, Beykent Üniversitesi’ndeki Yüksek Lisans ve Sanatta Yeterlik/Doktora tezlerimden yola çıkarak yazıldı. “Aynanın Gizemi” filmim, Lacan ve Metz’in ayna kuramları gibi teorileri sinematik dilde işlerken, kitabı bu derinliği geniş kitlelere ulaştırmak amacıyla yazdım. Benzer şekilde, “Kütüphaneci” de psikolojik ve felsefi temalar üzerine yazılmış bir çalışmamın yazılı versiyonu oldu. Tez danışmanlarım Prof. Dr. Oğuz Makal ve Yrd. Doç. Dr. Ekin Gündüz Özdemirci’nin rehberliği çok değerliydi. Kitaplarım ve filmlerim, insanın içsel yolculuğu ve varoluşsal sorgulamalar gibi aynı temalar üzerine odaklanıyor, karakterlerin iç dünyalarını daha derinlemesine keşfetmemi sağladı. Bu projeler, yeni sinema ve yazarlık projelerine ilham veriyor ve “Kütüphaneci” bir uzun metraj, “Aynanın Gizemi” ise mini bir TV projesine dönüşme potansiyeline sahip.
G: “Şans Turası!/Lucky Coin!” ve “The Death Ox” kısa filmleriyle ne anlatmak istediniz? Bu filmlerin temaları nedir?
S.A: “Şans Turası!/Lucky Coin!” filminde, ana karakter, başarısızlıklarını sürekli olarak kötü şansa bağlayan bir üniversite öğrencisidir. Öğrenci, şanssızlığını kırmak için bir hurafeye başvurur. Amaç, minimum emekle maksimum başarıyı elde etmektir. Ancak filmde anlatılmak istenen esas tema, başarının ve kişisel gelişimin şansa bağlı olmadığıdır. Gerçek başarı, düzenli çalışmakla; azim, sabır ve sadakatle elde edilir. Bu film, izleyicilere hayatın her alanında, kolay yollara sapmadan, emek ve özverinin önemini anlatmayı amaçlar.
“The Death Ox” filminde ise bir kasabın öküzü kesişi, yaşamın ve ölümün kaçınılmaz döngüsünü simgeliyor. Filmin, Giuseppe Tornatore’nin Cinema Paradiso filmine ve Bernardo Bertolucci’nin The Death of a Pig filmine gönderme yapması, hem sinemasal bir etkiyi yansıtmak hem de yaşamın döngüsüne dair daha derin bir anlam yaratmak için önemli bir referanstır. Ancak, bu filmde klasik anlatı yapısının dışında bir deneysel yaklaşım benimsedim. Burada amaç, öyküyü geleneksel anlamda anlatmak değil; izleyiciyi daha fazla düşünmeye ve kendisine farklı bir bakış açısı kazandırmaya teşvik etmekti.
G: Hem İşletme hem de İngilizce Matematik eğitimi almış biri olarak sinemaya geçiş sürecinizde karşılaştığınız zorluklar oldu mu?
S.A: İşletme ve Matematik eğitimim, sinemaya geçişimde karşılaştığım zorlukları aşmamda yardımcı oldu. İşletme eğitimi, projelerimi daha iyi planlama, yönetme ve kaynakları verimli kullanma becerisi kazandırarak, özellikle bağımsız film projelerinde faydalı oldu. Matematik ise analitik düşünme yeteneğimi geliştirerek, soyut kavramları sinemada anlaşılır şekilde işlememde etkili oldu. Sinemaya başlarken teknik bilgi ve sanatsal bakış açısı gerektiren zorlukları yaşadım, ancak zamanla teori ve pratiği birleştirerek yaratıcı ve disiplinli bir şekilde çalışmayı öğrendim. Bu süreç, esneklik, sabır ve sürekli öğrenme gerektirdiğini gösterdi ve edindiğim beceriler şu anki projelerime büyük katkı sağlıyor.
G: 215 ödül kazanan filmleriniz, dünya çapında hangi festivallerde öne çıktı? Bu süreçte unutamadığınız bir festival deneyiminiz var mı?
S.A: 215 ödül kazanan filmlerim, dünya çapında birçok prestijli festivalde öne çıktı. Ancak, beni en çok mutlu eden deneyimlerden biri Amerika’daki film festivalleri oldu. Filmlerim Amerika’da 53 ödül kazandı ve 35 farklı eyalette dereceye girerek gösterildi. Her festivalin benim için özel bir yeri var, ancak özellikle Los Angeles’taki Angaelica Film Festivali’nin yeri bambaşka. Festival online-çevrimiçi Zoom üzerinden yapıldı. Bu festivalde dört filmim dereceye girdi fakat ödül kazanamadı, ancak filmlerim gösterildi ve ben de bir röportaj verdim.
Festivalin yaklaşık 10 gün süren etkinliklerinde, sinemacılar arasında “speed dating” gibi bir tanışma etkinliği düzenlendi. Burada tanıştığım isimlerden biri Amerikalı bilim kurgu yazar ve senaristi Larry Coleman’dı. Onunla çok iyi bir uyum yakaladım ve bu tanışma, hayatımda önemli bir fırsata dönüştü. O dönemde bir bilim kurgu projem vardı; yapay zeka ve robot temalı bir hikaye yazmaya çalışıyordum, ancak yazar tıkanıklığı yaşıyordum ve projeyi ilerletemiyordum. Festivalden sonra Mr. Coleman ile bu proje üzerine ortak yazarlığa başladık.
8 ay boyunca her gün online-çevrimiçi toplantılar yaparak öyküyü birlikte geliştirdik. Bu süreç sadece yazım sürecimi değil, aynı zamanda İngilizcemi de ileri düzeyde geliştirmemi sağladı. Geçen hafta öyküyü bitirdik ve önümüzdeki hafta projenin senaryonu yazmaya başlayacağız. İnanılmaz uyumlu bir yazarlık ortaklığı kurduk ve gerçekten heyecanlıyım. Bu festival harika bir yazar arkadaşla tanışmama vesile oldu, gelecekte Amerika’da çekmek istediğim filmimin öyküsünü ve senaryosunu yazmama fırsat oldu. Daha ne diyeyim. Hollywood’a, Los Angeles’a selamlar!
G: Türkiye’den bir yönetmen olarak uluslararası alanda bu kadar büyük bir başarı elde etmek sizin için ne ifade ediyor?
S.A: Türkiye’den bir yönetmen olarak uluslararası alanda bu kadar büyük bir başarı elde etmek, kelimelerle anlatılması zor bir duygu. 215 ödül, evet çok büyük bir sayı ve çok büyük bir onur benim için. Ancak, her zaman hatırladığım bir şey var: ödüller sadece yaptığımız işin bir yansımasıdır, nihai hedef değil, yolculuğun bir parçasıdır. Bir yönetmen olarak en önemli amacım, izleyiciyi etkileyebilen, düşündüren ve onları bir şekilde dünyaya daha geniş bir bakış açısıyla bakmaya teşvik eden filmler yapmaktır. Asıl ödül, filmlerimin izleyicilerin kalbinde, zihinlerinde bir iz bırakabilmesi ve onların yaşamlarına bir şekilde dokunabilmesidir. Sinemaya olan sevgim, yaratıcı sürecin verdiği haz, benim için her şeyin önünde gelir. Her zaman şunu söylerim: “En iyi film, kendisini defalarca izletebilen filmdir.” Bu düşünceyle yola çıkarak, yaptığım işlerin sadece beni değil, izleyiciyi de sürekli olarak etkileyebileceğini ve yeniden keşfetmeye değer olduğunu umut ediyorum.
Uluslararası başarı, sinemanın evrensel bir dil olduğunu bana yeniden hatırlatıyor. Sınırların ötesine geçmek, filmlerimin dünya çapında bir yankı uyandırması bana derin bir tatmin veriyor. Ancak en büyük ödülüm, insanların filmlerimi izlediklerinde yalnızca eğlenmeleri değil, aynı zamanda kendilerine dair yeni bir şeyler keşfetmeleridir.
G: Gelecekteki projelerinizden bahseder misiniz? Yeni filmlerinizde hangi temalara odaklanmayı planlıyorsunuz?
S.A: Önümüzdeki projelerimden biri, I. Dünya Savaşı sırasında Türk ve İngiliz orduları arasındaki Kanlısırt çatışmalarına odaklanan “Kanlısırt/The Blood Ridge” adlı uzun metrajlı filmim. Bu film, tarihi bir anlatının ötesinde, toprak ve kardeşlik temaları üzerinden kültürel derinlik taşıyor. Film, Godfather-1’in düğün sahnesine benzer şekilde uzun bir düğün sahnesiyle başlayacak ve Çukurova halk danslarını içeren özel bir koreografi yer alacak. Halk dansları, sadece görsellik değil, filmdeki mikrokozmos anlatıyı da oluşturacak. Bu projeyi Esenyurt Belediyesi’nin Esenkent Kültür Merkezi’nde dans hocam Mustafa Gümüş’le geliştiriyorum ve koreografi çalışmalarına yakın zamanda başlayacağız. “Kanlısırt”ı Türk kültürünü ve sanatsal öğeleri harmanlayarak, sadece bir savaş filmi değil, kültürel bir yolculuk olarak sunmayı hedefliyorum. Amacım, filmi Türkiye’nin en çok izlenen sinema filmi yapmak ve sinemanın gücünü daha geniş kitlelere ulaştırmak.