Dünyada çok az şehir Amsterdam kadar kolayca insanı büyüleyebilir. 17. yüzyıldan kalma kanallarıyla ve benzersiz kültürüyle Hollanda’nın başkenti, geçmişi ve modernliği sessiz ama gösterişli bir şekilde bir araya getiriyor. Kartpostallık sokakların, renk cümbüşü parkların ve meşhur müzelerin ötesinde, gündelik ama canlı bir hayat barındıran Amsterdam’ı bu sene görmek için bambaşka bir sebep de var; Bu capcanlı şehir bu sene 750. Yaşını kutluyor!
Anıl Berk Öz
Avrupa’da şehirler belki biliyorsunuz nadir olarak 24 saat boyunca canlıdır, Amsterdam’da bu şehirlerden biri. Şehir, her bölgesinde turlar, festivaller, konserler ve daha bir dizi aktivitesiyle burası sadece gezilecek değil, aynı zamanda ait olunacak bir şehir. Biz de bu yazıda sadece turistik noktalara değil, aynı zamanda 750. Yaşını kutlayan Amsterdam’ı yalnızca görmek değil, yaşamak için kısa bir yolculuğa çıkıyoruz.

Güne Başlarken
Öncelikle bu şehir coğrafyasının bir avantajı olarak yaz dönemiyle birlikte gündüzlere oldukça erken başlıyor. Eğer tatilinizi bir de yılın bu dönemine denk getirebilirseniz, size uzun ve aydınlık bir gün bekliyor diyebiliriz. Keza, Amsterdam’ı tanımanın en iyi yolu da onunla birlikte uyanmak.
Avrupa’da kahvaltı kültürü bizim alışagelmiş Türk kahvaltısından bir hayli farklı biliyorsunuz, o sebeple Amsterdam’dan beklentimizi de bu yönde tutmakta fayda var. Öncelikle, şehirde birçok kafe ve pastane mevcut. Gentleman Türkiye gezginleri olarak bizim ilk tercihimiz hem şehrin merkezinde kalan hem de bir o kadar rafine havasını koruyan Leidsplein bölgesinde Rijksmuseum civarında kalan ve Avrupa’nın en iyi kahve dükkanları arasında gösterilen Bocca Coffee Roasters oldu. Burada her çeşit kahveyi bulmak mümkün. Eğer bir kahvaltı yapayım derseniz de “Danish Style” olarak bilinem reçelli poğaçalar, ev yapımı ekmek, yumurta ve yeşilliklerden oluşan tabak opsiyonlarını da bulabilirsiniz.

Yerel Yaşamın Kalbine Doğru
Şehrin batısında kalan Jordaan semti ise sanat galerileri, sokak butikleri ve antika mağazaları ile tam olarak böyle bir yer! Öncelikle sıcak ve kalabalık şehrin Merkez bölgelerine kıyasla oldukça huzurlu olan bu semtte sokak sokak yürümek bile başlıca bir aktivite. Biz her ne kadar alışık olsak da yerli insanlar güneşi bir o kadar az görmüş olacak ki, o tatlı Amsterdam apartmanlarının girişinde adeta sahil kenarındaymışçasına kendi sandalyesinde güneşlenen lokalleri görebilirsiniz.
Bir zamanlar işçi sınıfının yaşadığı, şimdi ise bohem bir ruha sahip olan De Pijp mahallesi, şehir hayatının tam anlamıyla nabzını tutuyor. Rotanıza, Albert Cuyp Pazarı ile başlayabilirsiniz. Burası Pazartesi’den Cumartesi’ye sabah 09.00 ile 18.00 saatleri arasında açık olan Hollanda’nın en büyük sokak pazarı. Taze pişmiş stroopwafel’lar, Surinam usulü rotiler, rengârenk çiçekler ,dünya’nın birçok yerinden gelen antikalar ve dahasını burada bulabilirsiniz.
Sarphatipark, De Pijp’in kalbidir. Gencinden yaşlısına herkes çimenlere yatar, banklarda kitap okur, köpekleri ile oyun oynar. Burası Vondelpark’ın turistik atmosferine kıyasla lokal havasını sürdürmesiyle öne çıkıyor. Parkın çevresinde CT Coffee & Coconuts adlı eski bir sinema binasında yer alan ve önünde sıra olan bir kafe de mevcut. Adından da anlaybaileceğimiz gibi Hindistan cevizi aromalı ürünleri ile öne çıkan kafe’de pankekler yoğun ilgi görüyor.

Üç Müze Bir Park
Amsterdam’da müze sayısı Paris ya da Londra kadar fazla olmayabilir; ancak şehir, az ama öz bir sanat deneyimi sunuyor. Başlıca üç müze, Amsterdam’a gelen her sanatseverin ajandasında yer alır: Rijksmuseum, Van Gogh Müzesi ve popüler kültür sayesinde son yıllarda daha fazla ilgi gören Anne Frank Evi.
Van Gogh Müzesi, sanatçının yaşam öyküsünü izleyiciyle buluşturan modern sergi düzeniyle dikkat çekiyor. Girişten itibaren Van Gogh’un kişisel eşyaları, mektupları ve en bilinen eserleri eşliğinde ilerleyen sergi, hem bilgi verici hem de duygusal bir atmosfer yaratıyor.


Rijksmuseum ise çok daha geniş bir koleksiyona sahip. Hollanda Altın Çağı’ndan kalma eserlerden Asya sanatına, gemi maketlerinden porselenlere kadar uzanan çeşitliliğiyle zengin bir görsel yolculuğa çıkarıyor adeta. Bizim favorimiz, müzenin de başyapıtlarından olan Rembrandt’ın “Gece Devriyesi” ve Vermeer’in “Süt Döken Kadın” tablosu oldu.
Müze bölgesinin hemen arkasında ise şehrin yeşil kaçış noktası olan Vondelpark uzanır. Amsterdam’ın “arka bahçesi” olarak da bilinen bu alan, bir sanat gününün ardından nefes almak, kitap okumak ya da sadece gökyüzüne bakmak için en doğru yer. İsterseniz bir banka oturup geçen bisikletlileri izleyin, isterseniz çimlere uzanıp günün yorgunluğunu doğaya bırakın.
AMSTERDAM’DA NE YEMELİ?
- Jordaan’da bulunan ve spesiyali olan elmalı pastası ile tam not alan Winkel 43, Bölgenin kendine has kafe imajından çok farklı olmayan ama lokal havasıyla yerlilerin yanı sıra turistlerin de radarında bulunuyor.
- Sabah ya da öğle arası atıştırmalık için Bakhuys’a gidin. Odun fırınında pişen ekmekleri, taptaze kruvasanlarıyla meşhur.
- Öğle için ise zincir ama kaliteli bir alternatif olan Stach’ın farklı şubelerinde sağlıklı ve lezzetli seçenekler bulabilirsiniz.
- Akşam yemeği için Restaurant Breda, genç ve yetenekli şeflerin modern Hollanda mutfağını yeniden yorumladığı bir adres.
- Yerel yemek deneyimi isteyenler için Moeders (Anneler) eşsiz bir yer. Duvarlarında yüzlerce “gerçek anne” fotoğrafı asılı.
- The Seafood Bar, Taptaze deniz ürünleri, şık ama samimi atmosferi ile hem görsel hem damak doygunluğu vadediyor.